Köprü Anasayfa

İslam ve Sanat

"Yaz 96" 55. Sayı

  • Sanat, İlim ve Din

    Ali İzzetbegoviç

    Boşnak-Hırvat Federasyonu Devlet Başkanı

    Makinada bir düzen, melodide de bir düzen vardır; ama onlar hiç bir zaman birbirine irca edilemez. Birincisi tabiat, mantık, matematikle uyum halinde bulunan kısım ve münasebetlerin mekân ve nicelik itibarıyla muayyen bir kombinasyonunu muayyen bir sıralama içinde tutar veya bir melodi yahut bir şiirin esasında bulunur. Bu iki düzen birbirinden apayrı iki sahaya aittir. Bunlar ilimle dindir veya ilim ve sanattır. Bu açıdan bakıldığında her iki durum da aynıdır.

    Tabiat aleminden bambaşka bir alemin (şeylerin bambaşka bir düzeninin) mevcudiyeti her dinin, her sanatın esas kaziyesidir. Yalnız tek bir alem olsa sanat imkânsız olurdu. Gerçekten her sanat eseri, ona ait olmadığımız, içinden neş’et etmediğimiz, içine "atıldığımız" bir dünya hakkında bir haber, bir intiba mahiyetindedir. Sanat, "vatan hasreti" veya "hatırlama"dır.

    Sanat, birisi tarafından "insanı yaratmağa çağrı" olarak vasıflandırılmıştır. Her ilmin varacağı hüküm mutlaka şudur: insan diye bir şey yoktur. Dolayısıyla sanat dünyaya karşı tabiî bir muhalefet içindedir ve hatta psikolojisi, biyolojisi ve Darwin’i ile tüm ilme karşıdır. Bu, esas itibarıyla, dinî bir muhalefettir. Din, ahlak ve sanat daha yaratılış fiili ile zuhur eden aynı şecerenin dallarıdır. Bu itibarla yaratılışın Darwinistlerce inkârı -bu fili görmemezlikten geldiği için- din, ahlak ve sanatın ve hatta hukukun en radikal bir şekilde inkârı mahiyetindedir. Farz edelim ki insan hakikaten "Darwin’e göre biçilmiştir", o zaman sanatın yapacağı bir iş yoktur; şairlerle trajedi yazarları bizi ancak aldatıyorlar ve yazdıkları saçmadır.

    Sanatla din arasında ilk ve muhtemelen en kat’i mutabakat ve aynı zamanda ilimle sanat arasında mutlak ihtilaf işte bu noktadadır.

    Kainatta mümkün olan ve bilinen üç hakikat derecesini teşkil eden madde, hayat ve şahsiyetten ilim ancak birincisi, sanat ise üçüncüsü ile uğraşmaktadır. Bundan başka her şey sadece görünüş veya yanlış anlamadır. Zira ilim hayata ve insana dönük olduğu zaman bile, bunlarda ancak cansız ve gayr-ı şahsî ne varsa, onu bulur.

    İlimle sanat arasındaki münasebet nicelikle nitelik arasındaki gibidir. İlimlerin kralı olan matematik August Comte tarafından "kemiyetlerin vasıtalı olarak ölçülmesi" diye tarif edilmiştir. Giacometti ise sanat için "mümkün olmayanı araştırma ve hayatın özünü kavramak için ümitsiz teşebbüs" demiştir. Bu tarafta nicelikler arasında, öteki tarafta değerler arasında münasebet mevzubahistir. Madde dünyasında yalnız nicelik vardır; bütün nicelikler ise mukayese edilebilir. Burada nitelik sadece niceliğin bir şeklidir. "Tabiat Diyalektiği"nde Engels, "madde veya hareket ilave edilmeden veya alınmadan, yani onun niceliği değişmeden bir cismin niteliği değiştirilemez…" diyor. Tabiatta bu nicelik prensibini Pitagoras şöyle ifade ediyor: "Sayı bütün nesnelerin özüdür; kâinatın teşkilatı ise sayıların ve aralarındaki münasebetlerin ahenkli bir sistemidir." Veya Mendeleyew: "Elementlerin kimyevî vasıfları atom ağırlıklarının periyodik fonksiyonlarıdır." Tabiat dünyasında sadece bu nicelikli, yani görünür nitelik vardır.

    İki farklı taş nasıl yoksa iki aynı insan da yoktur. İki su molekülü ne ile birbirinden farklı olur? Mekandaki durumlarıyla. Fakat mekanın sonsuz olduğunu farz etsek, bu farklılığın herhangi bir kesinliği ortadan kalkar. İlliyet, diyalektik ve madde birbiriyle mutabakat içindedir. Maddî dünyada diyalektiği ispat etmek fuzulidir. İşte tam bu sebepten, yani tabiatta niteliğin bulunmadığından dolayı tabiatla ilgili ilim mümkündür. Nitelik hakkında ise hiç bir ilim ve hiç bir görüş mümkün değildir. Tabiat ancak bir faile, insana nispetle güzel veya korkunç, maksada uygun veya karmakarışık, manalı veya manasız, yani nitelikli olabilir. Yoksa, objektif olarak bakıldığında, böyle vasıfları yoktur; tabiat tamamen homojen ve "lâkayt"tır.

    Şiir, nağme ve resimde biz kelimenin metafizik manasında nitelik denen sırla karşı karşıya bulunmaktayız. Meselâ bir resmin orijinali ile kopyası arasındaki fark nicelikle nasıl izah edilebilir? Orijinal güzellik vasfına sahiptir; buna karşı "her kopya çirkindir". Fark, apaçık, kopyada kelimenin nicelik manasında bir şeyin ilave edilmiş veya, eksiltilmiş olmasında değildir. Fark, eser ile sanatkâr arasındaki şahsî temasın bir hususiyetindedir. Nitelik ancak ve ancak şahsiyetle olan temas içinde bulunabilir.

    İlimle sanat arasındaki münasebet, mekanik uzayın peygamberi Newton ile "insan hakkında her şeyi bilen şair" Shakespeare arasındaki münasebet gibidir. Newton’la Shakespeare veya Einstein’le Dostoyevski birbirine ters istikametlerde olan iki görüş veya birbirini tamamlayan, birbirinden ayrı ve müstakil iki "bilgi"dir. İnsanoğlunun kaderi, yalnızlığı, faniliği, ve ölümü meseleleri, varoluşun mana veya manasızlığı meselesi ve bu müşküllerden çıkış yolu bütün bunlar hiç bir zaman ilmin tetkik mevzuu olamaz; sanat ise, bu mevzulardan, istese de kaçamaz. Çünkü şiir "insan hakkında bilgi"dir, ilmin tabiat hakkında bilgi olduğu gibi… Bu iki bilgi birbirine muvazi, hemzaman ve birbirinden bağımsızdır, tıpkı taalluk ettikleri iki dünyanın muvazî, hemzaman ve birbirinden bağımsız olduğu gibi. Birisi zekâ, tahlil, müşahede, deney ve tecrübe sayesinde "birbirine illiyet münasebetleri ile bağlı olan şey ve süreçlerin mecmuu" olan maddî dünyaya yaklaşım; öbürü ise insanın iç tarafına, gizli köşelerine, sırlarının içine dalıştır. Anlıyoruz veya belki sadece heyecan, sevgi ve ıztırap yoluyla seziyoruz, fakat burada rasyonal, ilmî bilgiden hiç bir şey yoktur.1

    Sanatın bu dahilî, "organik" mahiyeti başka bir karakteristik gerçek içinde de, sanatta küme çalışmalarının imkansızlığında kendini göstermektedir. Bir sanat eseri daimâ sanatkârın şahsiyetine bağlıdır. Yaratma olarak, "insanın yapıtı" (Michelangelo) olarak bir sanat eseri bir ruhun ürünüdür ve bu vasfı ile bölünemez bir fiildir. İlimde ise ilim adamlarının müşterek bir çalışma, bir işbirliği, bir küme çalışması yapmaları mümkündür. Çünkü ilmin konusu teferruattan müteşekkildir ve tahlile, ayırmaya, bölmeye tabi tutulmaktadır. Bütün ilim, başlangıcından bugüne kadar sırf ilavelerden -hemen hemen mekanik manada- ibarettir. Halbuki sanatta böyle bir şey mümkün değildir. Sikstin kilisesi tavanındaki tasvirleri iki ressam yapamazdı. Şiirde, veya müzikte de buna benzer bir durum vardır. Çünkü burada emsalsiz, sade ve bölünmez bir şey, yani bölündüğü takdirde yaşaması mümkün olmayan bir şey mevzubahistir. Mimaride küme çalışmalarının (Bauhaus, Amerika’da S.O.M. şirketi vb.) bugün göze çarpar başarılar kaydettiği iddiası esas itibarıyla yanılmadır. İnşaat, teknik ve yararlılığın ürünü olarak bina küme çalışmasına konu olabilir; ama uslûb, fikir, mimarînin sanat tarafı her zaman bir tek kişinin, sanatkârın eseri olmuştur.

    İlim nerede olursa olsun, hep aynı, mutabık, hareketsiz ve sabit olan şeyleri keşf eder; sanat ise "durmadan yeniden vücuda gelmek (Jean Cassou) demektir." Sanayiye (ki tatbik edilen ilim demektir) mahsus olan seridir; halbuki sanata mahsus olan orijinaldir. "Köy seramikçisi düzine düzine basit kap, Yunan seramikçisi ise Canossa amforasını ister." (Étienne Socrian). İlim keşf eder, sanat yaratır. İlmin keşf ettiği uzak bir yıldızın ışığı, bundan evvel de vardı. Sanatın bizi ânîden aydınlatan ışığı ise, sanatın kendisi tarafından o anda yaratılmış oluyor. Sanat olmadan o ışık aslâ meydana gelemez. İlim mevcut olanla uğraşmaktadır; sanat vücuda gelmenin kendisidir.

    İlim doğruyu ifade eder, sanat ise hakikate uygun olanı. Bir portreye veya ressamın yaptığı bir peyzaj resmine bakınız. Ne ölçüde doğrudur? Fakat ne kadar doğru olursa olsun, bunlar o şahsın veya o peyzajın bir fotosundan her zaman daha hakikîdir. İlim ruhu "Psik", Tanrıyı da "ilk sebep" yapar, tıpkı öğrenilmiş, gayr-ı samimî akademik sanatın, canlı, hür şahsiyetten poster suratı, adsız bir fert yaptığı gibi. Bu, haddizatında hürriyetin dahili boyutunun bertaraf edilmesiyle ortaya çıkan aynı düşüştür. Bütün biyolojik ve psikolojik analizler aşağı yukarı doğrudur ve yeterli ölçüde vakit ve vasıta verilirse tamamen de doğru olur. Fakat böyle olmakla beraber bunlar hakikî değildir. Zira her ikisin de umumi manzaradan esas fenomenler; biyolojik tahlillerde hayat, psikolojik olanlarda ruh kaybolmuştur. Bu açıdan bakılınca doğru olan bu ilimler sahte olarak ortaya çıkar. Sanat bir şey hakkında hakikati isterken gerçekleri (hatta kasten) ihmal ediyor. Bu hususu soyut denilen sanat kendine mahsus bir tarzda teyit etmektedir. Bu sanat dış dünyayla her türlü benzerliği bertaraf etmek suretiyle şekil ve renge sırf manevi bir mana vermek ister. Whistler’in "resmin her türlü dış alakadan tecrit edilmesi" ile demek istediği de işte budur.

    İlim, kanunları keşf edip onlardan yararlanmak ister, sanat eseri ise, tam tersine, kâinattaki düzeni, onu araştırmadan, yansıtmaktadır. Avrupa ilminin babası sayılan Francis Bacon ilmin fonksiyonel veya yararlıkçı mahiyetini açıkça ortaya koyuyor: "Hakikî ilim ancak dünyada insanın gücünü artıran ilimdir." Kant ise güzelin "gayesiz olarak maksada uygunluğu"ndan bahsediyor.2

    Şiir ne fonksiyonel ne de menfaatle alakalıdır. Ve ne de Mayakovski’nin iddia ettiği gibi "sosyal bir mesajı" vardır. Fransız ressamı Dubuffet sevilen bu yanlış anlayışı, tabirlerini seçmede pek de titiz davranmaksızın şöyle yıkıyor: "Özünde sanat nahoş, faydasız, antisosyal, tehlikelidir. Böyle değilse yalandır, mankendir."

    Ne kadar derin ve kompleks olursa olsun ilim, lisanın yetersizliğini hiçbir zaman hissetmemiştir. Sanat ise bilakis dahilî, manevî bu temayülü yüzünden daimâ başka türlü, "lisan üstü" vasıtaları aramıştır. Lisanın kendisi "beynin eli"dir, beyin ise bedenî varlığımızın; faniliğimizin bir parçasıdır. İnsanî tecrübenin devamının vasıtası olan yazı ile birleşen söz, ilmin en güçlü cihazı olmuştur. Çünkü yazı lisana, lisan ise düşünceye uygundur. Her üçü de zekâ kalıbına göre yaratılmış ve aynı zamanda ruhun bir hareketini ifade için tamamen elverişsiz, bunu yapmaktan hemen hemen âcizdir.3 Beethoven’in Dokuzuncu Senfonisini başka türlü ifade etmek mümkün olmadığı gibi Hamlet’in ilim diline tercüme edilmesi veya psikoloji yahut ahlak ilminin bazı sorunlarına dönüştürülmesi de imkan dışındadır. Analitik bir yaklaşımın muvaffakiyetsizliği bize bir şeyler öğretmelidir, nihayet. "Kral Lear Trajedisi üzerinde çalışırken Peter Bruck bu piyesten "zirvesi hiç bir zaman ulaşılamayacak ve fethedilemeyecek bir dağ" olarak bahsediyordu. Manevîliğin özüne ulaşmak için mefhum ve lisan engelini yenmek icap eder. Joyce’un eserlerinde birkaç lisandan garip bir kelime oyunu ortaya çıkıyor ("Ulysses," romanı). Kur’an’da da bazı surelerin başında buna benzer ve tercüme edilemez bazı tabirler bulunmaktadır. Ahlak, metafizik, inançlar rivayetlerde, dramlarda ifadesini bulmakta veya dans ve oyunların sessiz lisanı vasıtasıyla kuşaktan kuşağa aktırılmaktadır. Menkıbelere göre, daha dünyanın yaratılışı sırasında teşekkül etmiş olan eski Japon "Kibuki" balesi yahut ananevî Hint oyunlarındaki "mure" adı verilen heyecan verici parmak oyunu, ifade gücü bakımından herhangi bir konuşmadan üstündür.

    Seyirciye bildirilen şeyi anlatmak için lisan uygun değildir, âcizdir. Dansın lisandan daha eski olduğuna dair işaretler vardır. Esasen, çok eski dansların mükemmeliyeti lisanın son derece kusurlu olması ve gelişmemişliğiyle paralel gidiyordu.

    Sanatın seviyesine akıl ve mantık vasıtasıyla ulaşmak imkansızlığı sanatın sadece bazı dalları veya istikametlerine münhasır değildir. Realizmin, empresyonizm veya sürrealizmden daha yakın olduğu ve daha iyi anlaşıldığı kanaati eğer sanat eserinin sathî intibaları değil, hakikî özü mevzubahis ise umumiyetle yanlıştır, Mona Lisa’nın hakiki sırrı, Avrupa’nın resim sanatında kubistik devrimin başlangıcı olan Picasso’nun "Avignon’lu Kızlar"ının sırrından hiç de az değildir. Sanat eserinin özü dindarlık mefhumu veya iç hürriyetin manası gibi, aynı şekilde erişilmesi mümkün olmayan bir şeydir. Onu akıl yoluyla tespit etmeğe matuf bütün teşebbüsler hayatın tarifine dair çabalarda olduğu gibi, neticesiz kalmıştır.4

    Sanat ve din

    Fakat bütün bu teşebbüsler -kaçınılmaz olarak noksan ve hatta başarısız olmakla beraber- sanat ve din arasında esas itibariyle, bir bağın bulunduğunu sezdirmektedir.

    "Şiir, ruhun, haddizatında ifade edilemeyen hakikatle ve onun kaynağı olan Tanrı ile olan temasının meyvesidir (Maritain).

    "Her şiir, kendi saf şiirsel mahiyetini "saf şiir sanatı" dediğimiz esrarengiz bir hakikatin mevcudiyetine, radyasyonuna ve birleştirici tesirine borçludur (Abbot Bremond; "Saf şiir sanatı" ).

    "Şiir sanatı, kozmik muammayı içinde taşıyan hayatımızın kendi kendine sormakta olduğu o müthiş sırdan vasıtasız haberdar olma olarak kendini göstermektedir." (Roland de Peneville, "Poetic experience").

    "Şair, gaybı gören ve eski zaman törenlerinin anahtarlarını keşf eden kişidir." (Rembaud).

    "Yaratıcılık olarak sanat ve bilhassa var olma tarzı olarak şiir sanatı, mukaddesin yerine geçecek bir şekil alma çabası içindedir… Hayatın idraki olarak olsun, yaşama tarzı olarak olsun (veya ikisi aynı zamanda olsun), şiir sanatı, insanı her bakımdan kendi insanî şartlarının üstüne yükseltmekte ve böylece mukaddes bir faaliyet olmaktadır."(Gaetan Picon).

    "Çoğu insan eğer sonsuzluğu karanlığı, muayyen bir doğum, muayyen bir ölüm ve hatta bir şahıs karşısında her dinin esası olan aşkınlığı, müphem bir şekilde de olsa, sezmeseydiler resim sanatı, heykeltıraşlık ve edebiyat hakkında, mimarî hakkında sahip oldukları kanaatten daha esaslı bir kanaate sahip olmayacaklardı. (André Malreaux, "Sükûnetin Sesleri").

    Çoğu kişi, Kafka’nın romanlarını ancak dini metinler olarak anlamanın mümkün olacağı kanaatindedirler. Halbuki Kafka’nın kendisi, kendi sorularına bir nevi dua imiş gibi baktığını belirtmekteydi. ("Kâinat anlamadığımız işaretlerle doludur" Franz Kafka). Tanınmış sürrealistlerden olan Michel Leiris şöyle diyor: "Bundan sonra hiç bir şeye -ve her şeyden evvel Tanrıya ve hatta öbür hayata- inanmıyordum, fakat yine o mutlak, o Bakî olandan seve seve bahsediyordum. Müphem olarak ümit ediyordum ki şiir mucizesi her şeyin değişmesine tavassut edecektir ve ben de diri olarak ebediyete geçeceğim ve böylece söz sayesinde insan olarak mukadderatımı yeneceğim." ("İnsanın Çağı" adlı eserinde). Böyle veya şöyle olsun, insanın aynı meyli söz konusudur. Aralarındaki fark, bunlardan hangisinin muayyen şartlarda ortaya konuluyor oluşundadır. Din, ebediyet ve mutlakiyeti merkez noktası yapmıştır; ahlak, iyilik ve hürriyeti: sanat ise, insanı ve yaratmayı. Bunların hepsi eninde sonunda belki yetersiz, fakat istifade edebildiğimiz tek lisanla sezilen ve ifade edilen aynı hakikatın değişik tezahürleridir.5

    Din ve sanatın esaslarında aslen birlik vardır. Dram; konu ve tarih bakımından dinî menşelidir; tapınaklar ise oyuncular, kıyafetler ve seyircilerle beraber ilk tiyatrolardı. İlk dramlar Milattan evvel 3000 ila 2000 yılları arasında Mısır’da ritüel oyunlar olarak ortaya çıkmıştı. Ünlü antikçağ dramı ise tanrı Dionisos’un şerefine söylenilen koro şarkısından gelişmişti. "Tiyatro binaları Dionisos tapınağına yakın yerlerde inşa edilip, temsiller Dionis törenleri sırasında düzenlenerek dinî ayinlerin bir parçası şeklinde telakkî ediliyorlardı."(Bloch). Tiyatronun ve hatta tüm kültürün ritüel menşei şüphe götürmez bir husustur ve bununla ilgili tarihi deliller vardır.6

    Dram -teoloji değil- insanın ve insanlığın hakiki dinî ve ahlakî problemlerini ifade tarzıdır. Maskta onun ikili karakteri açıkça hissedilmektedir. Bu karakter aynı zamanda hem dini, hem de dramı telkin ediyor. İlk resim, heykel, şiir ve oyun âyinin birer parçası idiler ve ancak çok sonra kültten ayrılarak müstakil oldular. Vahşî insan avlamak istediği hayvanın resmini yaptığı zaman bu resim kendisi için kültün, tapınan bir şekli idi. Kızılderililer dinî törenler sırasında kum üzerinde ve törenin bir parçası olarak renkli resimler çizerler. Meşhur Japon "Gigaku" balesinin kökleri uzak maziye, Japonların inancına göre, dünyanın yaratılışı zamanına kadar gider. Bu çok eski oyunlar aslen şarkı, dans ve mimiğin bir karışımı idi ve ölülerin ruhlarının geçtiği metafizik hadiseleri sembolik bir tarzda temsil ediyordu. Tarih ve konu bakımından bu oyunların dinle müşterek bir tarafı vardır. Eski Arap (İslam öncesi) ananesinde şairi, imtiyazlı, nüfuzunu büyü güçleriyle temasa borçlu bir şahsiyet olarak görüyoruz. Şairin dehşet dolu ve yüce sözlerinin, hayatı korumak veya yok etmeğe muktedir tabiatüstü güce sahip olduğuna inanılıyordu. Meksika Kızılderililerinin şiirlerinden fevkalâde güzel bir seçmeler kitabı yayınlamış olan Gabriel Zaida, kitabının önsözünde "Meksika Kızılderililerinin, şiirinde umumî ve müşterek özellik ebedî hayatın sembolize edilmesidir. Totem -bitki, hayvan, tabiat olayı- ile münasebet ise, hemen hemen her zaman büyülü, dinî bir tören şeklini alır" diyor.7

    "İlim, astronominin çocuğu (Bergson) olduğu gibi, sanat da dinin çocuğudur. Eğer yaşamak istiyorsa, sanat, tekrar tekrar bu kaynağına dönmeğe mecburdur; ve gördüğümüz gibi bunu yapıyor da.

    Mimarî istisnasız her kültürde en yüksek dereceye mabetlerde ulaşmıştır. Bu, Hindistan ve Kampuçya’daki iki bin senelik tapınaklar. İslam dünyası camileri. Kolumb öncesi Amerika’nın mabetleri için olduğu kadar 20. asırda Avrupa ve Amerika’da inşa edilen kiliseler için de caridir. Çağımızda büyük mimarlardan hiç birisi bu çağrıya mukavemet edememiştir. Frank Lloyd Wright meselâ Elkins Parkı, Pensilvanya’da Beth Shalom Sinagogunu, Le Corbusier Ronchap’ta Notre Dame du Haut kilisesini (1955’te tamamlanmış) ve Evre’de dominikan manastırını; Mies van der Rohe İllinois’te Teknoloji Enstitüsünün küçük kilisesini (1952); Alvar Aalto Finlandiya’nın Vuokesniski şehrinde Luteran kilisesini (1959); Philip Johnson New York’ta Kneseth Tifereth İsrael mabedini (1954); Rudolph Landy Sarasota; Florida’da Aziz Pol Luteran kilisesini (1958); Oscar Niemeyer Pampulhi, Brezilya’da Francis Assisi Kilisesini (1942); Felix Candela Meksiko’da La Virgen Milagrosa kilisesini (1953) vs. yaptılar. Tam liste çok uzun olurdu. Yorulmak bilmeyen mabet inşaatıyla mimarî sanatı -bütün sanat dallarından daha fazla fonksiyonel ve en az manevî olan- dinî karakterini teyit etmektedir.

    Dine olan borcunu sanat daha açık bir tarzda resim, plastik eserler ve müzik sayesinde ödüyordu. Rönesans’ın en büyük sanat eserlerinde hemen hemen istisnasız dinî konular işlenmiştir. Dolayısıyla bu eserler Avrupa çapında bütün kiliselerde ana baba evinde gibi hüsnü kabul görmüşlerdir. İtalya veya Hollanda’da herhangi bir kilise var mı ki aynı zamanda sanat galerisi olmasın? Michelangelo’nun resim ve heykelleri nevine münhasır bir şekilde Hıristiyanlığın devamını teşkil etmektedirler ("Renk ve taşta İncil"). Händel’in oratoryumları -bir nevî manevî operalar- gerçekten büyük bir dinî müziktir (meselâ "Saul", "Samson", "Messias" vb.). 20. asrın en büyük iki müzisyeni olan Debussy ve Strawinski doğrudan doğruya dinî muhtevalı eserler meydana getirdiler (Debussy, "Aziz Sebastiyan’ın Ölümü", Strawinski: "Mezamir Senfonisi", "Ayîn", "Canticum Sacrum"). Öbür tarafta Chagall onbeş büyük tuvalinde İncil konularını işlemiştir. Yüzyılımızın ellili senelerinde müzik öncülerinden olan büyük piyano bestecisi Olivier Messiaen dini meditasyonlardan esinlenen bir sürü eser veriyor (meselâ, "İsa’nın çocukluk zamanına yirmi bakış"). En büyük çağdaş bale ustası olan Maurice Bejart’ın baleleri (Yirminci Asır Balesi) nin en tesirli olanları Wagner’in mitolojisi ve Uzak Doğu mistiğinden esinlenmiştir. (meselâ "Baudelaire", "Bakti", "Galipler" vb.). Soyut resim sanatı öncülerinden olan Mondrianlanda (Teozoflar Derneği üyesi idi) züht ve takdisi en "yüksek hakikate" ulaşmak için vasıta olarak görüyor. Onun keza ünlü hemşehrisi olan Jan Torop da sembolizm ve mistisizmi sayesinde resim sanatının dinî ve ahlakî anlayışını geliştiriyor. Rembrandt hakkında Kenneth Clark şöyle yazıyor: "Zihnine İncil öyle işlemişti ki her hikayeyi ve en ufak teferruatı biliyordu. Çizdiği resimlerde çoğu defa her günkü hayattan bir manzara mı, yoksa Kitabı Mukaddes’ten bir tasvir mi verdiğini fark edemiyoruz, çünkü bu iki tecrübe, ruhunda birbiriyle kaynaşmıştı (K.C., "Uygarlık", S. 200) Yves Klein ZenBudizmden ilham alıyor ve maddî olmayan kozmik enerji hakkında meditasyon yapıyor, ki bu, Bergson’un sezgi felsefesinin bir bakıma resimde devamı mahiyetindedir. Ona göre sanat, meyli derunînin saf bir tecellisi, bir nevi ilahi vahiydir (en ileri giden kompozisyonu olan "Kozmogoni"yi yağmur ve rüzgarın vasıtasıyla resim olarak meydana getirmiştir). " Dünya tiyatrosu" denilen şeyin fikri de kendi semboliğinin dini mahiyetini açıkça vurguluyor. Bir yazar şöyle yazıyor: "Yaratıcılığın her sahasında dinî düşünce ve hissiyatı ihtiva eden semboliğin ortaya çıkması, çağımızın bariz bir hususiyeti olmuştur. "Fakat gördüğümüz gibi burada ne yeni ne de muvakkat bir temayül mevzubahis değildir.

    Mevzubahis olan, sanatın tabiatından ileri gelen devamlı haldir. Hakikî sanatta -alelâde olandan sarfı nazar edilirse- her şey tamamen böyledir: Yani akıl üstü ve kutsaldır.8

    Bize anlattığı şeylerle ve anlatım tarzıyla sanat, dinin insanlara mesajı gibi, aklen inanılmazdır. Eski bir Japon freski, El Hamrâ’da aslanlı avlunun kapısındaki arabesk, Melanezya adalarından bir mask, Uganda’dan bir kabilenin dinî dansı, Michelangelo’nun "Korkunç Mahkeme"si, Picasso’nun "Guernica"sı… Bunlara bir göz atın. Veya Debussy’nin "Aziz Sebastiyan"ı misterini veya zencilerin bin dinî şarkısını dinleyin. Böylece siz, ibadette olduğu gibi, ulaşılamaz, mantık ve duyular üstü olan bir şey tecrübe etmiş olursunuz. Soyut sanatın herhangi bir eseri, dinî bir âyin gibi akıldışı ve "gayr-ı ilmî" bir tarzda tesir etmez mi? Bir bakımdan resim tuvalde, senfoni ise seslerde böyle bir âyini teşkil etmektedir.

    Sanat her şeyden evvel güzeli yaratmak demek değildir, çünkü "güzelin tersi çirkin değil, yalandır". Aztek veya Fildişi Sahili maskları, yahut Albert Giacometti’nin gözsüz heykelciklerinin güzel olduğu söylenemez. Fakat bunlar hakikati arayan otantik bir isteğin ifadesidir. Çünkü bu veya şu şekilde bir seziş, bir his, veya insanın kaderiyle ilgisi olan kozmik bir hadise ile bir çağrışımı veya sadece aşkın dünya hissini teşkil etmektedir.

    Din ile sanat arasındaki bu iç bağ başka bir gerçekte de; sanatkârlarda rastlanılan "meslekî" bir "bakımsızlık" hali ve bazı tarikatlarda (bilhassa Hinduizm ve Hıristiyanlıkta) "mukaddes kirlilik" denilen zahirî ihmalcilikte kendini göstermektedir. Alelâde insanların gözünde sanatkârlarla rahipler birbirine benzeyen kişilerdir. Rahiplik ve bohemiyenliğin esasında, ilk bakışta garip görünüyorsa da, aynı felsefe yatmaktadır. Bu felsefe rahiplerde adak, sanatkârlarda ise yaşama tarzı olarak ortaya çıkar. Her ikisinin de manası aynıdır: hayatın manevî tarafını vurgulama; maddî, haricî, mutad olan şeylerden nefret. Burada otantik bir dinle karşılaşıyoruz. Derviş Müslümanlarda keşiş karşılığı dilenci manasındadır. "Kırlarda zambaklar gibi" veya "dağlarda kuşlar gibi yaşayınız."(İncil). Dinin bu inanılmaz talebinin en kuvvetli aksisedası sanatkârlar arasında yer bulmuştur.

    Din ile sanatın tarih boyunca aynı veya benzeri kaderi yaşamış olması, bize şimdi gayet tabii görünmelidir. Değişik durumlarda onların hürriyet ve hürriyetsizlik ölçüsü hemen hemen aynı idi. Sovyetler Birliğinde ilmin ve eğitimin alabildiğine gelişmesi ve aynı zamanda hemen hemen her sahada sanat faaliyetinin gerilemesi; ortaçağda ise, kilisenin hakimiyeti altında, durumun tam tersine olması gerçeğinde, bir bakıma bu kaideye uygunluk vardır. Bunun gibi durumlarla karşılaştığımız her yerde hakim sistemin esasında dine köklü bir şekilde angaje olan, ya, fanatik bir şekilde desteklenen yahut fanatik bir şekilde reddedilen bir felsefe buluruz. Ortaçağdaki bütün tahditlere rağmen hava dinle şarj edilmişti ve sanat, içinde bulunduğu şartları kendine tamamen uygun buluyordu. Öbür taraftan ateist ve materyalist felsefe, dinin ve yaratıcılığın hür olduğu açıklamalarına rağmen, sanatı hamle ve hürriyetinden mahrum kılıyor. Sanatı boğmak ateizmin karakterindedir, tıpkı sanatı teşvik etmenin dinin karakterinde oluşu gibi. Ateizm hürriyetçi olduğu zamanlarda bile sanatı boğar. Din ise, otoritatif olduğunda da onu serbest kılar. Papa İkinci Yulius, Michelangelo’yu Sikstin Kilisesindeki freskleri yapmakta iken "takibata uğrattığı" zaman, onu sırf mukadder olan şeyi yerine getirmeğe "mecbur" ediyordu. Sanatkârların devlet tarafından takibata uğratılmasının daimâ ters bir gayesi vardır. O da sanatkârı vazifesini yapmaktan vazgeçirmektir. Sanatkârlar ortaçağda, kilisenin mutlakiyetçi zihniyeti altında, ilim adamlarından farklı olarak, hiç ıstırap çekmiyorlardı. Sovyetler Birliğinde ise hakim iktidarın mutlakıyetçi zihniyeti altında en az ıstırap çekenler ilim adamları olmuşlardır. Ortaçağın sonlarına doğru ilim adamı ve filozofların takibata uğradığı, engizisyonun en şiddetli zamanlarında ünlü İtalyan ekolü en büyük eserlerini vermişti. Stalin ve Zhdanov9 zamanında Sovyet bilimi, atom enerjisi ve uzay sahalarında büyük hamleler yapmıştı. Bütün baskı Sovyet sanatı üzerinde idi, çünkü sanat bambaşka bir dünyaya bambaşka bir düzene aittir. Kilise bazen ilmi teolojiye hizmetkâr yapmak istemişti, Sovyetler Birliğinde ise sanatın siyasete hizmetkâr olması istenmekteydi. İktidar mevkiinde bir forum Sovyet sanatında sosyalist realizmin yegane doğru istikamet olduğu "gerçeği"ni (tabir Stalin’indir) ilan ederse, o zaman bu bir diktadır, tıpkı kilisenin konsil vasıtasıyla, Arzın kâinatın merkezi olduğunu "tespit" etmesi gibi. Aralarındaki fark, birinci diktanın sanata, ikincisinin ise ilme karşı olmasındadır. Fakat burada daha ziyade anlamamak ve hatta tabii olarak anlamamak söz konusudur. Ateizm, sanatı özü itibarıyla hiç bir zaman kavramayacaktır; din ise, hiç bir zaman ilmi kavramayacaktır. Picasso Sovyetler Birliği’ne pekala girebilir, fakat eserleri giremez. Sovyetler Birliği onun siyasî tutumunu kabul ediyor, fakat onun sanatını etmiyor, edemiyor. Çünkü sanat sanatçıların şuurlu istek ve kanaatleri ne olursa olsun ne ise o olarak kalır: Kutsal bir mesaj, insanın mütenahî ve nisbî olduğu görüşüne karşı tanıklık, kozmik bir düzen hakkında haber, tanrısız materyalist bir kâinatın vizyonuna bütün olarak ve her noktasında karşı koyan kozmik bir perspektiftir. Sovyetler Birliğinde Feodor Dostoyevski’nin Hıristiyan romanlarını ve hemşehrisi olan Marc Chagall’ın resimlerini endekse koyduran esas itibarıyla aynı sebeplerdir. Pasternak ve Soljenitsin’in ıstıraplarında Bruno ve Galile’nin trajedilerinden, fakat ters bir mantıkla, bir şeyler mevcuttur. Zhdanovizm ve engizisyon birbirine muvazî aynı neviden tezahürlerdir. Zhdanovizm, sanatkârlarla düşünürlere devlet ateizmi adına yapılan engizisyondur; engizisyon ise örgütlenmiş din olarak kilise adına ilim adamlarına karşı tatbik edilen Zhdanovizmdir. Zhdanovizm ters çevrilmiş engizisyondur.

    Figür ve şahsiyet (insan figürünün dramı)

    Sanat, şahsiyet problemine tutunmuş bulunmaktadır. "Harp ve Sulh"te 529 kişi meydana çıkıyor. "İlahi Komedi" ise tamamen bir şahsiyetler dünyasını teşkil etmektedir. Bunlardan hiç birisi unutulmuş veya "kalabalıkta" kaybolmuş değildir. Her biri kendi kendine bir ruhtur ve mesuliyeti ve günahı ile o kadar hakiki olarak varoluyorlarki, Korkunç Mahkemenin manzarası, gelip geçmiş milyarlarca insanla beraber bize tamamen mümkün ve gerçek görünüyor. Sikstin kilisesinin; tavanında "Yaratılış Kitabı"ndan manzaraları tasvir eden freskler bir simalar galerisidir. Simayı karakter yapan ferdîleştirme iç hayat, hürriyettir. Çünkü, karakter insanın yüzüne mutabık değildir; karakter yüzün içinde yansıyan gayrettir. Karakterle tabiat arasındaki münasebet ruhla madde, nitelikle nicelik, şuurla atalet, dramla ütopya arasındaki münasebet gibidir. Karakter hür, tekrarlanmayan ve bir bakımdan ölümsüz olmakla tabiata karşı koyuyor. Tabiat aynılık, homojenlik, tetabuk, illiyettir; karakter ise ferdiyet, tav’iyet, hürriyet, mucizedir.

    Din ruhtan, sanat ise karakterden bahseder. Fakat bunlar aynı fikri ifade etmek için sadece iki tarzdır. Din ruha hitab ediyor, sanat ise ona ulaşmaya, onu gözlerimizin önüne "getirmeğe" çalışıyor. Daha iptidaî sanatta kompozisyonun en önemli kısmının baş olduğu fark edilmektedir. Vücuda sadece bir taşına rolü verilmiştir Vücut sadece şematik olarak tasvir edilmiş veya tamamen ihmal edilmiştir. Yeriho’da bulunmuş ve Milattan 6000 sene evvelki bir zamandan kalma heykelcilik eseri başlar, cilalı taş devri insanın, ruhun yerinin baş olduğuna inandığını göstermektedir. Paskalya Adalarında keşfedilen devasâ taş figürlerde dikkat yüzlere hasredilmiş bulunmaktadır; bedenle enselerden sarf-ı nazar edilmiştir. Çünkü İncil’e göre Tanrı, ilk insanın yüzüne nefes üflemekle ona kendi ruhundan bir kıvılcımı ihsan etmişti. Bütün büyük sanatkârlar, Phidias ve Paraksiteles’ten başlayarak, Raphael, Michelangelo ve da Vinci üzerinden Rodin, Meştroviç ve Picasso’ya kadar, esasen bir tek mevzu ile, yani insanın karakteri ve iç dünyası ile uğraşmışlardır. Mona Lisa’nın şöhret iç hayatın sırrını tasvir etme teşebbüslerinin belki en başarılısını teşkil etmesine dayanmaktadır. Son on senede Amerikan sanatında ve bilhassa resim sanatında olup bitenler bazı kimselerce "insan karakterinin dramına dönüş" olarak gösterilmiştir. Fakat sanat için bu daimâ yeniden dönüştür.

    Bu itibarla her sanat eserinin mevzuu bazılarının ona isnad ettikleri ve onu ne için istismar etmek istediklerine bakmadan her zaman ancak ruhî ve şahsî olup, hiç bir zaman sosyal ve siyasî değildir. Tertip ve dekor pekalâ sosyal olabilir, fakat sanat her zaman tezahürün manevî yönü ile ilgilidir. Sanat bedenle ‘ilgilendiği’ zaman bile manevîdir. Bazıları, şeylerin görünüşüne dayanarak meselâ Rubens’i "vücut ressamı", Rembrandt’ı,da "ruh ressamı" olarak vasıflandırmışlardır. Ama gerçekten her ressam şahsiyeti, yani ruhu "tasvir" eder. Her dramın esas muhtevası nihaî hüküm verecek olursak, insanın iç hürriyetiyle, insanın, içine atıldığı dış dünyanın determinizmi arasındaki münasebettir ve bu, dramın, dinî menşeine atfedilebilir. "Shakespeare"in ilgili karakterlerinde aksiyon bizi nispeten az alakadar eder. Buna karşı mucip sebepler, gizlenmiş ruh, yozlaşmış büyüklüğüyle, o kadar hakikî görünüyor ki, dikkat ancak ona hasredilir ve onu yanında suç ehemmiyetsiz kalır."(Charles Lamb). "Aksiyon bana ne , karakterler yeter" diyen Eugene O’Néill, apaçık aynı şeyi göz önünde tutarak konuşmuştur.

    Bu karakter hiç bir zaman obje değildir. Sanatta o sadece Ben’le Sen olarak mevcuttur. (Martin Buber: "Ben ve Sen"). Sanatkâr ile seyirci arasındaki farkın silinmesi, eserin meydana getirilmesinde (resim sanatında bile Amerikan ressamı Rauschenberg) seyircinin de içeri alınmasına dair devamlı temayül, bundan ileri geliyor. Bir zenci dans grubu bir Afrika köyüne geldiği zaman etrafında toplanan seyirciler peyderpey oyuna iştirak ederler ve böylece sonunda icracı ve seyirci farkı ortadan kalkar. Oyunun dışında kimse kalmaz, herkes iştirakçi olur. Eser, sanatçı ve seyirci birliği prensibidir: Bu, sanatın metafizik mahiyetinden ileri gelir.

    Bu prensibin mahiyeti nedir acaba? Her şeyden evvel, umumiyetle objektif gerçek olarak adlandırdığımız şeye karşı sanatın özel tutumudur: Materyalist ilim ve felsenin ondan bir nevi mutlak varlık oluşturduğu "objektif’ denilen bu gerçek, sanat için -din için olduğu gibi- sırf kulis, dekor puttur. İnsan ve onun "objektif gerçek" içinde tasdik edilmek, kurtulmak, kaybolmamak üzere ebedî çabası, sanatın tanıdığı tek hakikattir. Biraz evvel gördük ki her resim, karakter dediğimiz mucizeyi tasvir etmek için başarısız bir teşebbüs teşkil eder. Cansız tabiat içinde veya yabancı, gayr-ı şahsî bir dünya içinde, şahsiyet ve bu esas münasebetten ileri gelen çatışma her resmin temelinde yatan hususiyettir. Bu muhteva yoksa sanat ta yoktur; sadece teknik vardır. Rembrandt’ın meşhur portreleri ile panayırlarda ucuz satılan ve fakat zanaat bakımından başarılı olan taklitler arasındaki fark işte, budur. Sözü geçen o çatışma hususî olarak belirtilmiş olmadığı takdirde bile içte mevcuttur. Zira her portre şuur, ferdiyet ve hürriyet demek olan ve tabiat ve dünya ile esas itibarıyla muhalefet içinde bulunan hakikî insanı tasvir etmeğe matuf bir çabadır.

    Binâenaleyh bu, ruh bilim adamlarının bahsettikler: "psik" değildir. Bu, insan haysiyet ve mesuliyetinin hamili olan hakikî "ruh" (Kur’an, 32/9), tek kelime ile bütün dinlerin; peygamberlerle şairlerin söz ettikleri ruhtur. Bu, Jung ile Dostoyevski arasındaki fark gibidir: Bir tarafta Jung’un konu aldığı "psikolojik tipler" öbür tarafta ise "Suç ve Ceza"daki karakterler; bir tarafta hilkat garibeleri, sun’î, iki boyutlu varlıklar, öbür tarafta günah ile hürriyet arasında kıvranan insanlar, Allah’ın mahlukları, karakterler.

    Dipnotlar

    1. Bu açıdan bakarak felsefeyi sanata değil, ilme katıyoruz. Konu itibarıyla ayrı olmakla beraber ilimle felsefenin metodu birdir. Her düşünme, ilmî olsun, felsefî olsun, aynı veya benzeri istidlallere götürür. 18. asrın filozofları – akılcıları felsefe teorilerinin "geometrik" denilen (aksiomatik de denilmiştir) izah metodunu da geliştirmişlerdi. Baruh Spinoza bu metodun mucidi sayılmaktadır. Başlıca eseri olan "Etik"i, "geometrik" metoduyla -Oklid’in geometrisi gibi- yani tariflerle aksiyonlara ve onlardan çıkan teoremlere ifade şeklini vermek suretiyle izah etmiştir. Aynı sistem Nicolas Malebranche tarafından da tatbik edilmiştir. Dünya hakkındaki öğretisini tümüyle az sayıda bedihi ve umumiyetle kabul edilen görüşlerden geliştirmiştir. Christian Wolf ise kozmoloji, ontoloji, teoloji, psikoloji, hukuk, mantık ihtiva eden sistemini rasyonalist dedüksiyon metoduyla ortaya koymuştur. Felsefe insanla ahlakı konu olarak ele aldığı zaman da yine tabiat zemini üzerinde kalır ve dolayısıyla matematik, geometri ve rasyonalist dedüksiyon metotlarını da edebilir. Fakat işte bu yüzdendir ki, felsefe, hayat hakikatı hakkında ekseriya bilgisiz kalır.

    2. İlmî ilerlemenin başlıca motor kuvvetinin harp olduğu anlaşılmıştır. Yoğun ilmî icatlar ve teknik ilerleme devreleri harp veya şiddetli karşılaşmalar zamanıdır. Son büyük harp ve onu takip eden acı sulh (‘soğuk harp’) bu iddiayı ikna edici şekilde teyit etmektedir.

    3. Bryen: "Resim sanatının konuşmaya hiç ihtiyacı yoktur. Ressam kendi kendine hizmet ettiği kendine mahsus vizuel bir dünyadır. Kendi kendine bir alemdir. Tenkidin, lisanla boy ölçüşmeye mecbur olduğundan dolayı izah edemediği metafizik bir safha."

    4. Mesela Hauser’in şu tarifine bir göz atalım. Manası sanki sanat eserinin herhangi bir tarifinin başarısız olacağını göstermekmiş gibi: "Bir sanat eseri aynı anda şekil ve muhteva, günah çıkarma ve aldanma, oyun ve mesajdır; tabiata yakın ve tabiattan uzaktır; maksada uygun ve uygun değildir, tarihi olan ve olmayan bir şey, şahsi ve şahısüstüdür." (Arnold Hauser, Filozofija povjesti umjesnosti, Zagreb, 1977)

    5. Bununla ilgili daha fazla malumat için: Jules Munerot, "La poesie moderne et le Sacre".

    6. Bkz.:Zvonko Leşiç, Teorija drame kroz stoljeca. Sarajevo, 1977.

    7. Gabriel Zaida: Omnibus de poesia mexicana.

    8. 18. asır örneği bu hususta yegane örnek değildir, fakat ortaya çıkmış tezatlar yüzünden apaçık ortadadır ki: düşünce din dışı, hayat tarzı dünyevî olmakla beraber, sanat sarih olarak dinîdir (Bach’ın çağı).

    9. A.A. Zhdanov, Stalin’in yakın çalışma arkadaşı ve KP Merkez Komitesi sekreteri idi. 2.Dünya Harbinden sonra ressam, filozof, yazar, müzisyen ve diğer entellektüellerin takibata uğratılmasının destekleyicisi olarak tanınıyordu.