Köprü Anasayfa

Eğitim

"Güz 99" 68. Sayı

  • Eğitim, Eğitimde Özgür Ortamın Önemi ve Türkiye

    Nazmi Eroğlu

    Eğitim denildiği zaman, düşünen bir çok insanın kafasında değişik tarifler oluşmaya başlar. Bu tariflerdeki ortak anlayış aynı mahiyette olduğu ve az çok meseleyi yansıttığı görülebilir. Ömürlerini düşünce hayatına adamış bir çok filozofun tarifleri ve açıklamalarında da bu özellikleri görmek mümkündür:

    Ünlü filozof Kant’a göre, insanda doğuştan gelen yetenekler eğitimle gelişirler; yani, insan ancak eğitim sayesinde insan olacağından, insanları mükemmellik vasfı ile teçhiz etmek, eğitimin yüklendiği görev olmalıdır.1

    Spenser’e göre ise, insan, eğitimin sonunda en iyi hayat şartlarını temin edebilmelidir.

    Emil Durkheim eğitimi geniş anlamda tarif ederken "tabiatın, sosyal mües-seselerin ve diğer insanların bizim zekâmız veya irademiz üzerinde icra etmeye muktedir oldukları tesirlerden" ibaret olduğunu söyler.2

    Türk kültür hayatında eğitim, öğretim ve terbiye gibi kavramların anlamlarını lügatlerden takip edecek olursak şunları özetleyebiliriz:

    Kamûs-i Türkî’de terbiye: Belleyip yetiştirme, büyütme. İlim ve edep öğretme, tedip, talim, tehzîb-i ahlâk.

    Talim: Öğretme, belletme; okutma, ders verme, tedris.

    Türk Dil Kurumunun hazırladığı sözlükte eğitim: Belli bir konuda, bir bilgi ve bilim dalında yetiştirme ve geliştirme, eğitme işi. Çocukların ve gençlerin toplumda yerlerini almaları için gerekli bilgi ve becerileri elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine yardım etme; terbiye.

    Öğretim: Belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim. Öğrenmeyi kolaylaştıracak etkinlikleri düzenleme gereçleri sağlama ve kılavuzluk etme işi.

    "Bütün öğrenimleri içine alan ve insanın hayatı boyunca devam eden öğrenme faaliyetini ifade etmekte"3 olan eğitim ve öğretim, iç içe girmiş ve ortak paydalara sahip kavramlar olarak anlaşılmaktadır.

    Bunlardan anlaşılacağı üzere eğitim olayı, toplu yaşamak mecburiyetinde olan insanları ilgilendiren bir fenomendir. Eğitimin olduğu her yerde bir eğiten ve eğitilen vardır.

    İnsan ve Eğitim

    İnsanı eğitmek işi insanlığın tarihiyle beraber gelmektedir. Karmaşık duygu ve düşüncelere sahip olan insanın eğitim tarihi, bu kadar eskilere dayanmasına rağmen, hayli zor bir iştir. Gaye, insanı topluma hazırlamanın -günümüz tabiriyle uyumlu vatandaş yetiştirmenin- ötesinde iyi insan; yani kendine, ailesine, ülkesine hatta bütün insanlığa faydalı bir fert(birey) yetiştirmektir. Aksi halde, eğitimin amacı pratik bazı faydaların üzerine çıkamaz. Yani insanda bulunan, insanı insan yapan özellikleri ortaya çıkaracak faaliyetleri tanzim etmek, toplumun içinde doğan bireye, doğru düşünebilme, doğru analiz ve değerlendirme ve nihayet doğru işler yapabilecek becerilerin kazanılmasına yardımcı olmak, eğitimin başlıca gayesi olmalıdır.

    Hayvanın eğitilip bazı hizmetleri görmek üzere yönlendirilmesi, insan eğitiminden farklı bir durumdur. İnsanların eğitiminde temel amaç, çağın getirdiği bi-limin ışığında hayvanlardan farklı özellikleri taşıyan zekası, şuuru ve idraki yanında, belki de keşfedilmemiş nice duygu ve yetenekleri olan karmaşık bir canlıyı terbiye etmektir. Hayvanla insanı canlı bir organizma olması itibarıyla, aynı kategoride değerlendiren bazı anlayışların aksine, insan hayvanlığın kemâle ermişi değildir. Bilakis her canlı kendi içinde kemâle erdiği gibi, insan da insanlığı içinde kemâle ermiştir. Dolayısıyla şartlandırmanın ötesinde, aklen ve kalben ikna ederek, insanlığın birikimlerini ilmî gerçekler ışığında gelecek nesillere aktarma faaliyeti, en sağlıklı bir yoldur.

    Hayvanlar aleminde ihtiyaçlar, doğuştan getirilen yetenekler sayesinde, eğitime ihtiyaç duyulmadan karşılanabilmektedir. Bunu insanlar açısından düşünmek mümkün değildir. Bundan dolayı insanın en önemli görevlerinden birisi, çocuğunu yetiştirerek kendi varlığını ve geleceğini adeta onda sürdürmesidir. İnsanlar, hayata ait bilgileri, eğitim ve öğretim yoluyla elde edip hayatlarını sürdürmeleri mümkün olabilmektedir. Bu, insanoğluna çok büyük bir sorumluluk yüklemektedir. Ve insanoğlu kendisi için olduğu kadar gelecek nesil için de hayatı yaşanır hale getirecek birikimleri ve düşünceleri korumak, geliştirmekle ve eğitim yoluyla aktarmak ve yaymakla mükelleftir. Belki de insan olmanın en büyük görevlerinden birisi budur.

    Eğitimde Aile ve Toplum

    Çocuk dünyaya geldiği zaman, öğren-meye ve öğretmeye katkıda bulunacak yeteneğe sahiptir. Ortaçağ Hıristiyan kültürünün aksine, Müslüman kültüründe insan, doğuştan günahkar olmadığı için beyaz bir sayfa gibi temiz olarak dünyaya gelir. O sayfanın doldurulmasındaki kalite, aile, çevre ve okuldaki eğitimin niteliğine göre farklılık gösterecektir. Bu, günümüz eğitim bilimi açısından temel teşkil ettiği düşünülebilir.

    Aile, çocuğun topluma uyum sağlamasında en önemli fonksiyonu yerine getirir. Topluma ait değer yargıları, aile vasıtasıyla bireye geçer. Toplumdaki ahlak kaidelerini oluşturan ve uzun bir toplumsal tecrübeden sonra meydana gelen doğru-yanlış, iyi-kötü gibi kavramlar ve anlayışlar aile ortamından süzülerek çocuğa ulaşır. Böylece aile, çocuğun sosyalleşmesinde en önemli görevi yerine getirdiğinden,4 çocuğu hayata hazırlayacak ilk terbiye merkezi olarak düşünülür. Saygıyı, sevgiyi, anadilini orada öğrenir. Anadilini öğrenirken yaşadığı toplumun örf ve adetlerini, düşünme biçimini, toplumun sevdiği, nefret ettiği şeyleri —anadiliyle beraber— özümsemeye başlar. Okul eğitimi bu temel üzerinden gelişir. Ancak, okuldaki sistematik eğitimin felsefesiyle aile içi eğitim anlayışı birbirine zıt düşünceler taşıyorsa, çocuk uzun bir zaman çelişki yaşayacağı açıktır. Bunun telafisi fertte (birey) önemli bir problem olarak ortaya çıkacaktır.

    Çocuğun eğitiminde sağlıklı bir toplumsal yaşantının önemi büyüktür. Toplumdaki ilişkiler, ahlak kuralları ve töreler çocuğa serbest bir hareket alanı bırakıyorsa ileride onun özgür bir birey olabileceğinin ilk adımı atılmıştır. İnsanlar, bireysel özgürlüklerini, birey olarak yaşadıkları yalnız bir ortamda kazanamazlar. Zira birey olarak toplum dışında hayatını sürdürmek mümkün değildir. Dolayısıyla bireyselleşme toplum içinde, bazı ahlak kurallarının ve törenin geçerli olduğu bir yerde kazanılacak, kanıtlanacak bir husustur.

    Bunun yanında insan, en küçük parçası olduğu ve kendi kişiliğini bulduğu toplumdaki bazı sosyal hastalıkların tehdidine maruzdur. Ancak bu gibi tehlikelerden korunmanın yolu eğitimden geçmektedir. Nihayet birey, insanî kimliğini elde edebilmek için aileye ve topluma muhtaçtır.

    Burada şunu ilave etmekte yarar görülebilir: Anne-babanın aile içindeki tutum ve davranışları çocuğun gelişiminde önemli olmaktadır. Aile büyükleri çocukla kurdukları iletişim biçimi emir ve yaptırma ekseninde ise, çocuğun uzun bir süreçte düşünme melekelerinin zayıflamasına sebep olur. Hal ve hareketlerinde kendinden daha tecrübeli birinin yönlendirmesi ve onun da itaati söz konusudur. Ebeveynlerin çocukla diyalog yolunu seçmeleri, çocuğun karşılaştığı problemleri çözebilmesi ve düşünce üretme yeteneğinin gelişmesine hizmet edecektir. Yani, karşılıklı diyalog, çocuğun lisanı ve kelime dağarcığının gelişmesine katkıda bulunacak, iç ve dış dünyasını algılamada, düşünme ve problem çözmede zengin bir alt yapı oluşacaktır.

    Tarih-İnsan-Eğitim

    İnsan tarihle beraber insandır. Dolayısıyla acıları, neşeleri, başarı ve başarısızlıkları buharlaşmayan bir varlıktır. Nesilden nesile geçen birikimler ve bilgiler, bir çığ gibi büyüyerek her insan ve toplumdan bir şeyler alıp diğerine ulaştırır. Herhangi sebepten dolayı arada bir boşluk meydana gelirse, sonraki nesil için büyük bir kayıp söz konusu olur. Zira, hayat bir mücadele ve faaliyet alanı olduğundan insan bu mücadeleyi sürdürebilmek için bilgiye ve tecrübeye muhtaçtır. Bu bilgiler en basitinden karmaşığına kadar insanların ve toplumların seviyesine göre değişir. İstanbul Üniversitesi Felsefe Profesörlerinden, mütefekkir Teoman Duralı bilimi tarif ederken ortaya koyduğu düşünce insicamı ilginçtir:

    "Yaşama mücâdelesi, hayatın kaçınılmaz maddi zeminidir. Onun yapılıp yürütülme yolu yordamı, bilgi ile hünerdir. Bilgi ile hüner, tecrübe ile inanç denkleminin verisidirler. Tecrübe ile inanç ikilisinden biri eksik kaldı mı, bilgi ile hüner oluşmazlar. Akıl ‘ateş’inde ‘pişirilip kotarılan’ tecrübelerden -deney- üretilen sistemli bilgi hevenklerinin vücuda getirdiği bütünlük ise, bilimdir."5

    İnsan toplulukları en eski devirlerden beri yaşadıkları bölgelerde hayatlarını sürdürmek ve anlamlı hale getirmek için sürekli gayret içinde olmuşlar; elde ettikleri birikimleri hem kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmışlar, hem de bir sonraki nesillere aktarmaya çalışmışlardır. Yirminci yüzyıldaki kültürel ve teknolojik gelişmelerin arkasında, milyonlarca insanın katkısı olduğu bir gerçektir. Nitekim, ilk medeniyetlerin yayıldığı bölgelerde, binlerce yılın geçmesine rağmen, tarihî kalıntılardan bunu görmek mümkün olmaktadır.

    Dini kaynakların bildirdiğine göre, ilk insan ilk peygamber olarak kabul edilir. Peygamberlerin görevi, insanlara, hayatlarında mutluluğu elde edebilecekleri bilgileri ve metotları aktarmak; onları bu yönde ikna etmekti. Yani kurumsal olmasa da, terbiye yoluyla fertleri geliştirmek ve gelecek nesilleri bu şekilde uyarmaktı.

    Kültür, insanın olmadığı bir yerde oluşmaz. Çok kültürlü hayvan topluluklarından söz edilemez. İnsanların olduğu bir yerde de eğitim vardır. Kültür, eğitimin tabii bir meyvesidir. Eski Mezopotamya, Mısır, Çin ve Hindistan gibi büyük medeniyetlere beşiklik eden merkezlerde eğitim, kurumsal bir nitelik kazanmış, özellikle dinî kurumlar insan eğitimi üzerinde -olumlu veya olumsuz- büyük etkisi olmuştur. Yani, Eski Çin ve Hind’den Mezopotamya’ya; oradan Mısır, Fenike ve İonya’ya kadar tarihî süreç içinde din -eğitimi sayesinde-, halkın en önemli kültürel kaynağı ve taşıyıcısı olmuştur. Yazının Sümerler tarafından bulunması birikimlerin aktarılmasında eğitime büyük katkılar sağlamış; düşüncenin yayılmasında zaman ve mekân mefhumu kalkarak insanlar yüzyıllar sonrasındaki insanlara seslenebilmiştir. M. Ö. bin yılından önceye dayanan sistemli ve kurumsal eğitim geleneği, M. Ö. 6. yy’dan sonra felsefe ve felsefe-bilimin de katkısıyla daha geniş bir alana yayılmış ve daha derine nüfuz etmiştir.

    Siyasî Ortam ve Eğitim

    Tarih boyunca fert ve toplum ilişkisini iki açıdan incelemek mümkündür:

    Birincisi, felsefî düşüncesinde, sadece toplumun önemi üzerinde durulmuş, bireysel hak ve özgürlükler toplumun selâmeti için feda edilmesi gerektiğine inanılmıştır.

    İkincisinde, bireysel özgürlük ön plana çıkarılmış, toplumun gelişmesi ve menfaati bireylerin mutluluğunun sağlanmasıyla mümkün olabileceği ve kurumlar, tek tek insanların menfaatlerine cevap vermek için oluşturulması gerektiği üzerinde durulmuştur.6

    Totaliter rejimlerde, çocuk küçük yaştan itibaren tek bir ideoloji çerçevesinde hayata hazırlanır. Hatta, eğitimin bir amacı da devletin sahip olduğu ideolojinin perspektifinde insan yetiştirmektir. Bu, rejimin geleceği için; elitlerin güvenliği ve menfaatleri açısından son derece önemli olduğundan, mistik bir hava içerisinde eğitim anlayışını düzenlerler.

    Eski Yunan ve Roma şehirlerinde iktidarlar, insanları, siyasî otoritenin arzu ettiği doğrultuda yönlendirmiş; iktidara körü körüne inanmanın yolu açılmıştır. Ortaçağda, özellikle batı dünyasında, dinin siyasî bir araç haline gelmesiyle toplumlar eğitim yoluyla şartlandırılmış, bunun sonucunda gerek bilim adamları ve gerekse geniş halk yığınları ıstırap çekmişlerdir. Bu o kadar büyük bir tepki meydana getirmiştir ki Avrupa’nın hemen her yerinde dinî otoritenin sınırlandırılması, hatta yok edilmesinin çareleri aranmış ve bu yolda Rönesans ve Reform hareketleri gerçekleşmiş; daha ileri tarihlerde, 18 ve 19. yy’dan sonra laik ve seküler anlayış ön plana çıkarılarak başarıya ulaşılmıştır.

    Demokratik olmayan, totaliter ve ideolojik (bir çeşit parti devletleri) devletler siyasal meşrûiyetini halktan almadıkları için ideolojilerini, tıpkı ortaçağda olduğu gibi eğitim yolunu kullanılarak halka empoze etme yolunu tutmuşlardır. Böylece sosyal ve pozitif bilimler bile mevcut siyasal ve ideolojik yapıya göre düzenlenmiştir. Örneğin, evrim teorisi, üstün ırk teorileri, güneş-dil teorisi, tarih tezleri vs. gibi, yirminci yüzyıl bunun ilginç örnekleriyle doludur. Böylece, tarihten gelen birikimle meydana gelen kültürel ve manevi değerler; -özellikle din kaynaklı düşünce ve müesseseler- bazı yozlaşmalar gerekçe gösteri-lerek tamamen dışlanmıştır. Günümüzde iktisadi ve siyasi açıdan liberal ve demokratik ağırlıklı gelişmiş ülkeler, bu saplantılardan kendilerini arındırmayı başarmışlardır.

    Bu bağlamda, zamanımızda eğitimin dinle olan ilişkisi üzerinde durmakta fayda vardır:

    Dinsiz bir toplum ve kültür düşünülemeyeceğinden eğitimi bundan soyutlama gayreti içinde olma, çatışmayı beraberinde getirecektir. Yirminci yüzyılda da, örnekleri çok görülmüş olan bazı şahıs ve zümrelerin, devleti kullanarak ve ideolojinin güdümünde, halkı eğitim vasıtasıyla belli bir doğrultuda yönlendirmişlerdir. Halbuki işin gerçeği, eğitimin yapısını oluşturacak hususlar, dine, siyasi organizasyona, ilmî gelişmenin derecesine ve endüstrinin durumuna bağlıdır. Dolayısıyla, ahlaksız bir eğitim anlayışı düşünülemediği gibi ahlaka karşı bir eğitim anlayışı da düşünülemez. Ahlak anlayışı bir şekilde dinin sosyal ha-yatta yaşanmasıyla meydana geldiğinden dini, eğitim kurumlarından ve dolayısıyla toplumdan soyutlamak da mümkün değildir. Aksi halde bir çeşit beşerî dinler ve buna dayalı ahlak kuralları meydana gelir ki, bu da beşeriyetin en büyük açmazı olduğu bilinen bir gerçektir. Ayrıca, bilimi materyalizmle formatlama gayreti içinde olanların, en gerici ve doğmatik bir anlayışla davrandıklarına bilim dünyası şahittir.7

    Dini özgürlüklerle demokrasinin gelişmesi paralel olduğu için demokratik ülkelerde bu sorun büyük oranda aşılmıştır.

    Doktorluk, yöneticilik gibi meslek gu-rupları açısından dini eğitim görmüş ve bu hassasiyette olan insanların daha başarılı olduğu anlaşılmaktadır. Batıda dini eğitim yapan okulların başarısı, yapmayanlara oranla daha yüksek olduğu tespit edilmiştir. Fransa’da özel okulların % 95 i Katolik Kilisesine bağlıdır. Hollanda’da özel öğretim okulları eğitimin % 73,2’sini teşkil edip bunun da çoğunluğu Katolik ve Protestan okullarıdır. İngiltere’de kilisenin devlet teşkilatının bir unsuru olduğu, Kraliçe, İngiltere Kilisesinin başı sayıldığından eğitim sisteminde bunun ruhuna aykırı bir düzenleme düşünülemez.8

    Amerika ve Avrupa’daki demokratik ülkelerin tamamına yakını okullarındaki dini eğitime önem vermekte ve burada halkın bu yöndeki ihtiyaçlarını karşılama eğilimindedirler. Hatta eğitimdeki en büyük teşebbüsler cemaatlerin organize ettiği özel organizasyonlardır.9

    Özgür Ortamın Eğitim Açısından Önemi ve Türkiye

    Eğitim özgürlüğü, öğretmen ve öğrencilerin, değişik kesimler ve otoriteler tarafından kısıtlamalara ve engellemelere maruz kalmadan, bilgi edinme ve araştırma yaparak elde edilen sonuçları ortaya koyabilme özgürlüğüdür.

    Özellikle sosyal bilimler sahasında yapılan çalışmalarda, ideolojik endişelerle siyasi otoritenin müdahalesi ve bu bilimleri araç olarak görüp ideolojilerini meşrulaştırıcı yönde manipüle etmeleri, akademik çalışmaların önünü tıkayan en önemli engellerdendir. Bu durum daha alt seviyedeki eğitim faaliyetlerini de olumsuz yönde etkileyeceği açıktır. Bilimsel çalışmalar ne kadar yoğunlaşırsa düğümler o kadar daha kolay çözülüp, eğitim, mecrasında seyretmeye devam eder. Hilmi Ziya Ülgen’in ifadesiyle:

    "Eğitim ve öğretimin bağımsızlığı temel olmalıdır… Öğretim gence objektif bilgi şuuru, tenkit zihniyeti ve görelilik fikri verecektir."10

    Eğitim, zamanın ihtiyaçlarına göre, bugünü olduğu kadar geleceği de içine alacak şekilde bilimsel temellere dayalı bir düzenleme gerektirir. Amaç, özgür düşün-ceye sahip, "eşref-i mahlukat" olduğunun bilincinde, başkalarına boyun eğmeyecek kişilikte ve düşüncelerini tartışacak yüreklilikte, beyin gücünü ve yeteneklerini sürekli geliştirme gayreti içinde ve içiyle barışık olan insanların yetiştirilmesidir. Bu ölçü tutmadığı zaman, bilimsel düşünme yerine ezberci, tartışma ve sorgulama yerine iddiacı; ferdiyetçi anlayış yerine egoist insan tipinin revaç bulması kaçınılmazdır.

    İslam tarihi incelendiğinde bir çok okulların şahsi gayretlerin sonucu kurulduğu anlaşılır. Böyle okullardan yetişen öğrencilerin çağdaş ilimleri kavramaya çalıştıkları, "objektif bilgi şuuru" çerçevesinde asrını aşan büyük eserler verdikleri görülmektedir. Burada öğrencilerin bütün ihtiyaçlarını karşılayacak burslar verilmekte, öğrenci sadece öğreneceği ilimlerle baş başa kalmaktadır. Ancak, İslam tarihindeki bu müspet ve çoğulcu teşebbüslerin yanında menfi ve monist tavırlar da yaşanmıştır. Özellikle Şii, Sünnî gibi mezhep guruplarının arasındaki teolojik tartışmalara, devlet yönetimini elinde tutanların taraf olarak katılması, eğitim kurumlarını araç olarak kullanmaya kadar vardırıldı. Şia hareketi, —Irakta Buveyhiler ve Mısır’da Fâtımîler— siyasî olarak hakimiyetlerini kurunca İslam dünyasındaki çoğulcu yapı bundan olumsuz yönde et-kilenmiştir. Kendilerinin açtıkları eğitim kurumları yanında, diğer eğitim kurumlarını da ele geçirerek siyasi iktidarların aracı haline getirmişlerdir. Buna karşılık Selçuklular ve Eyyübiler döneminde, İslam dünyasındaki siyasî hakimiyetlerinden bir şüphe olmadığı için Sünnî eğitim kurumlarına sadece devlet desteği sağlanmıştır.11

    Günümüzde eğitim, tarihi tecrübelere rağmen toplumun inançlarını değiştirme aracı olarak da kullanıldığı görülmektedir. Halbuki normal bir süreçte, kültür değişmesi eğitimin düzenlenmesine tesir ettiği gibi eğitimle de kültür değişmesine tesir edilmektedir. Ancak eğitim kurumlarını totaliter rejimlerin ideolojileri doğrultusunda kullanmak modern softalık olarak isimlendirilse yerinde olur. Zira değişik şekilde altı çizildiği gibi, totaliter rejimlerde eğitim sistemi skolastik eğitim anlayışının günümüzde daha yoğun bir şekilde arzı endam etmesini netice vermektedir. Halkın tarihten getirdiği birikimleri ve bilimsel bulguları iyi değerlendiremeyen diktatörler, iktidara gelip siyasete yön verdiklerinde eğitim kurumlarını kullanmaktadırlar. Halbuki eğitim, uzun soluklu, düşünülerek tanzim edilecek, ideolojik saplantıdan arınmış uzmanların işidir. Dar anlamıyla milletin, geniş anlamıyla insanlığın geleceği eğitimin kalitesine bağlıdır.

    Günümüz Türkiye’sinde en üst makamlardan yapılan açıklamalarda dikkat çekici ve korkutucu bir anlayış sergilenmektedir. Eğitimin amacını tek tip insan yetiştirmeye indirgeyerek daha munis bir toplum meydana getirip sözüm ona, ülkenin birliğine katkıda bulunmak isteyen girişimler, toplumun ihtiyaçlarını ve birlik şuurunu kavramaktan uzaktır.

    Eğitim sistemi, gelişmiş çağdaş ülkelerin ve bilimin doğrularıyla ortak bir payda oluşturması dikkat edilecek bir husustur. Eğitimde başarıyı yakalayabilmiş ülkeler veya okullar dikkatle incelenerek, yapılacak reformların buna göre tanzim edilmesinde fayda vardır. Örneğin birçok yönden başarıyı yakalamış ülkelerde uygulanmayan, ancak geri kalmış totaliter ülkelerde geçerliliğini koruyan bir eğitim reformunu uygulamak, ideolojik kaygıların dışında iyi niyetle bağdaşabilecek bir yönü bulunmamaktadır.

    Türkiye’de, "tek tip insan yetiştirme" arzusu eğer bir parti ideolojisinin (Örneğin, CHP’nin) devlete hakim kılınmasının bir tezahürü olarak belirtilmiyorsa, bu, iyi açıklanmalıdır. Kastedilen, Türk milletinin uzun bir tarihî tecrübenin sonunda oluşturduğu kültürel değerler ve insanlığın tecrübesiyle meydana getirilen bilimsel gerçeklik; bunun yanında hak ve hürriyetler ekseninde yetişecek bir insan tipi ise, kimsenin buna itirazı olmaz.

    Teknolojinin geliştiği şu çağda belli ta-bular içinde eğitimin sürdürülmek istenmesi, çocuklara ve gençlere vakit kaybettirmekten başka bir fayda sağlamaz. Halbuki demokratik bir ülkenin eğitimi, toplumun genel görüşlerine aykırı düşüncede olan bireylerin görüşlerini de nazarı itibara alabilir. Belki de, uyumlu insan yetiştirirken, eğitimcilerin gözden uzak tutmaması gereken husus, aykırılıkların da olabileceğidir. Aksi halde toplumların gelişmesi bir hayal olurdu: Atina sokaklarında Sokrates’in "at sinekliği" görevini üstlenmesi, Eflatun ve Aristo’nun eleştirel ve sorgulayıcı tavırları, Peygamberlerin geleneksel yaşantıya alternatif bir hayatı tebliğ etmeleri ve onların bir nevi varisleri olan alimlerin bunu sürdürmelerindeki ısrarları, Aydınlanma dönemi filozoflarının bin yıllık yerleşik inanç ve bilgileri sorgulamaları gibi aykırılıklar olmasa idi insanlık ne kadar mesafe alabilirdi?

    Milli Eğitimin Temel Kanununda, Türk Milli Eğitiminin genel amaçları, acaba bunlar nazarı itibara alınarak mı düzenlenmiştir? Bunu okuyucuların taktirine bırakmak gerekiyor:

    "Atatürk İnkılap ve İlkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli ahlaki insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren …Anayasanın başlangıçtaki temel ilkelere dayanan demokratik laik ve sosyal bir hukuk devleti olan T.C. ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek"tir.12

    Bu muhkem ifadelere rağmen Türkiye’nin en büyük sorunu, eğitimindeki oturmamışlıktır. Bunun, sadece Cumhuriyet döneminin çelişkilerinden kaynaklandığını söylemek haksızlık olur. Zira, Osmanlı Devleti’nin 19.yy’ında eğitim başlı başına bir sorun haline gelmişti. Önceleri askerî eğitime el atılıp işe başlamıştı. II. Mahmut döneminde askeri ve sosyal reformların yanında eğitim çalışmalarına da yer ve-rilmiştir. Tanzimat sonrası artan batı nüfuzu ve tehlikesiyle beraber hayranlık tutkusu, bilimin gerçekliğini soğukkanlı bir şekilde yorumlayacak bir iradeyi bulamıyordu. Osmanlı elitleri, kendilerini, batı hayranlığıyla, siyasî dengeleri gözeterek hareket etmek mecburiyetinde hissetmişlerdi. II. Abdülhamid dönemi bu kaygıların nispeten dondurulduğu ve daha soğukkanlı kararlar aldığı dönem olarak tarihe geçmiştir. Açılan okullardan, yetişen nesillerin büyük bir kısmı tarihî felaketlerin önünde (Trablusgarb, Balkan ve I. Dünya Savaşları) erimişlerdir. Arkada kalan aydın nesiller Cumhuriyet Türkiye’sini "kan ve ateş" içinden çıkarak kurabilmişlerdir. Bütün bu müspet gelişmelerde II. Abdülhamid dönemi eğitiminin payı olduğu açıktır.13

    Cumhuriyet döneminde eğitimin en büyük misyonu yepyeni bir insan tipi, bir "cumhuriyet" nesli yetiştirmek; adeta yeni bir millet meydana getirmekti.14 Toplumsal hayatı da buna göre tanzim etmenin çareleri aranıp bu doğrultuda inkılaplar gerçekleşti-rilmiştir. Bu inkılaplar milli eğitimin olmazsa olmaz amaçları içinde yer almıştır. Artık yeni Türk nesilleri bu kalıpların içinde kalmak zorunda idi. Ancak, toplumsal dinamiklerin meydana getirdiği etki, ta-rihî ve kültürel birikimlerin geçişine belli oranda etki ettiği söylenebilir.

    Sonuç olarak —elde ettiğimiz verilerle— şunları kaydetmekte yarar vardır: Türk Milli Eğitimi gözden geçirilip ilmin ışığında yeniden yapılandırılmalıdır. Bunun için bir çok gelişmiş ülkeler örnek olarak incelenebilir. Ve Türkiye için nasıl bir model daha hayırlı olabileceği bu verilerle ortaya konularak, hiç bir ideolojik kaygı nazarı itibara alınmadan, tatbike konulabilir. Belki de eğitimin bundan başka çıkış yolu yoktur.

    Bunun gerçekleştirilmesi için yeterli ta-rihi birikim vardır. Yapılacak iş doğal bir eğitim sürecine milli eğitimi sokabilmektir. Tıpkı Almanya, İngiltere, Fransa vs. demokratik ülkelerin eğitim sistemlerinde olduğu gibi, bu toprakların gerçeğine göre Milli Eğitim yapılandırılabilir.

    Çocuklar temel eğitime tâbi tutulduktan ve belli bir düzeye getirildikten sonra, yeteneklerine göre seçmeli dersler almalıdırlar. Bu, mümkün mertebe erken yaşlarda gerçekleştirmelidir. Çocuklar, rehber hocalar tarafından okul-aile işbirliği çerçevesinde yönlendirilmelidir. Okullar ideolojik etkilerden uzak tutulup gerekli bilgi ve beceri kazandırıldıktan sonra, bazı düşünceler tarafsız bir şekilde işlenebilir. Sosyal bilimlerde propaganda üslubuyla işlenecek derslerin bir gün mutlaka geri tepeceği bilinmelidir. Dolayısıyla, eğitim konusunda uzmanlığı olmayan ve siyasi baskılarla eğitimi çağdışı bir yörüngeye sürükleyen hareketlere aydın kesimiyle bütün milletin bir şekilde karşı çıkması elzemdir.

    Özetlersek Türk Milli Eğitimi çatısı altındaki öğrenciler, merak eden, fikir üreten, tartışan bir kişiliğe erişebilmeli, eğitim buna göre programlanmalıdır. Türk insanı, kendi seviyelerine hitap eden yayınları okuma gayreti içinde olmalıdır. Böylece okumak hayatın bir parçası haline gelmeli ve toplumda bir okuma geleneği oluşmalıdır. Zira okuyan bir toplum, problemlerini çözebilecek yeteneğe ulaşan bir toplumdur.

    Dipnotlar

    1. Takiyettin Mengüşoğlu, "Felsefi Antropolojinin Işığında Eğitim", Felsefe Kurumu Semineri, Ankara: TTK., 1977.

    2. Amiran Kurtkan, Sosyolojik Açıdan Eğitim Yolu ile Kalkınmanın Esasları, İstanbul: Fakülteler Matbaası, 1972, s. 3.

    3. Kurtkan, s. 16.

    4. Kurtkan, 12-13.

    5. Teoman Duralı, Felsefe-Bilime Giriş, İstanbul: Cantay Kitabevi, s. 13.

    6. Kurtkan, s. 32

    7. H. Z. Ülgen; Eğitim Felsefesi, Milli Eğitim Basımevi, İst, 1967, s. 3.

    8. Türk Eğitim Sistemi, Alternatif Perspektif; T. D. V. Yayını, Ankara1996, s. 72-76.

    9. Türk Eğitim Sistemi, Alternatif Perspektif; s. 87.

    10. Ülgen, 295-96.

    11. Fazlur Rahman, İslam, Ankara: Selçuk Yayınları, 1993.

    12. Türk Eğitim Sistemi, Alternatif Perspektif, s. 72-74.

    13. II. Abdülhamid dönemi eğitim siyaseti için bakınız: Bayram Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi, TTK. 1991.

    14. Nazmi Eroğlu, "Ziya Gökalp ve Türk Milliyetçiliği", Toplumbilim, Ekim 1993, s. 167.