Köprü Anasayfa

Eğitim

"Güz 99" 68. Sayı

  • Risale-i Nur’da "Eğitim"

    Bediüzzaman Said Nursi

    Van’da bulunduğu vakit, merhum Vali Tahir Paşa, Avrupa kitaplarını tetebbû ederek, kendisine sualler tertip edip sorardı. Bunların hiçbirisini görmediği ve Türkçeyi de yeni konuşmaya başladığı halde, cevabında tereddüt etmezdi. Birgün kitapları görür ve Tahir Paşanın bunlardan sual tertip ettiğini anlayarak, az bir zamanda kitapların muhtevasını elde eder.

    O zamanda en büyük gàye ve düşüncesi, Mısır’daki Camiü’l-Ezhere mukàbil, Bitlis ve Van’da "Medresetü’z-Zehra" isminde bir darülfünûn vücuda getirmekti. Bu teşebbüsünü kuvveden fiile çıkarmak niyetinde olup, bunu tasarlıyordu.

    Tarihçe-i Hayat, 41

    Bediüzzaman, Şarkî Anadolu’da "Medresetü’z-Zehra" namında bir darülfünûn açmak, ya Van’da veyahutta Diyarbekir’de darülfünûn derecesinde bir medrese tesisine çalışmak için İstanbul’a geldi. İstanbul’a gelişini bir muharrir şöyle tasvir etmişti:

    "Şarkın yalçın kayalıklarından, bir ateşpare-i zeka, İstanbul afakında tulû etti."

    Tarihçe-i Hayat, 44

    Şamda fazla kalmadı. Şarkî Anadoluda Medresetü’z-Zehra namıyle vücuda getirmek istediği darü’i-fünûnun küşadı için çalışmak üzere İstanbul’a geldi. Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle vilayat-ı Şarkiye namına refakat etti. Yolda, şimendiferde iki mektep muallimi ile aralarında bir bahis açılır. Şimendiferde yaptıkları bu mübahasenin hülâsası, Hutbe-i Şamiye adlı eserin Zeylinde yazılmıştır. Birkaç cümlesini aynen alıyoruz.

    Tarihçe-i Hayat, 89

    Hem Münazarat Risalesi’nin rûhu ve esası hükmünde olan hatimesindeki Medresetü’z-Zehra’nın hakîkati ise, istikbalde çıkacak olan Risale-i Nur medresesine bir zemin ihzar etmek idi ki; bilmediği halde ihtiyarsız olarak ona sevk olunuyordu. Bir hiss-i kable’i-vukù ile o nûranî hakîkati maddî sûretinde arıyordu. Sonra, o hakîkatin maddî ciheti dahi vücuda gelmeye başladı. Sultan Reşad (merhum), on dokuz bin altın lirayı, Van’da temeli atılan o Medresetü’z-Zehra’ya verdi. Temel atıldı, fakat sabık Harb-i Umûmi çıktı, geri kaldı. Beş-altı sene sonra Ankara’ya gittim, yine o hakîkate çalıştım. İki yüz mebustan yüz altmış üç mebusun imzalarıyla, o medrese-mize yüz elli bin banknot iblağ ederek, o tahsisat kabul edildi. Fakat, binler teessüf, medreseler kapandı, o hakîkat geri kaldı. Fakat, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, o medresenin manevî hüviyeti Isparta vilayetinde tesis edildi. Risale-i Nur’u tecessüm ettirdi. İnşaallah istikbalde, Risa-le-i Nur şakirtleri, o alî hakîkatin maddî sû-retini de tesis etmeye muvaffak olacaklar…

    Tarihçe-i Hayat, 252

    Aziz, sıddık kardeşlerim,

    Eski Said çok zaman Medresetü’z-Zehrayı gaye-i hayal ederek çalışmış. Cenab-ı Hak kemal-i merhametinden, Isparta’yı o Medresetü’z-Zehra hükmüne getirdi. Ve nahiyemiz olan küçücük Isparta’nın mahdut akraba ve ahbap yerine mübarek Isparta vilayetini verip binler kardeşi ihsan eyledi. Belki muhtemeldir ki, o küçük Isparta’nın aslı, bu büyük Isparta’dan gitmiş. Benim vatan-i aslim, o Isparta olmak caizdir. Hatta Ispartalı kim olursa olsun, başkalara nispeten benimle ve Risale-i Nur’la fazla alâkadar görüyorum

    Kastamonu Lahikası, 159

    Eski zamandan beri ekser yerlerde medrese taifesi tekkeler taifesine serfürû etmiş, yani inkıyat gösterip onlara velayet semereleri için müracaat etmişler. Onların dükkânlarında ezvâk-ı imaniyeyi ve envâr-ı hakikati aramışlar. Hatta medresenin büyük bir âlimi, tekkenin küçük bir velî şeyhinin elini öper, tabi olurdu. O âb-ı hayat çeşmesini tekkede aramışlar. Halbuki medrese içinde daha kısa bir yol hakikatin envârına gittiğini ve ulûm-u imaniyede daha sâfi ve daha halis bir âb-ı hayat çeşmesi bulunduğunu ve amel ve ubudiyet ve tarikattan daha yüksek ve daha tatlı ve daha kuvvetli bir tarik-i velayet ilimde, hakaik-i imaniyede ve Ehl-i Sünnetin ilm-i kelâmında bulunmasını, Risale-i Nur, Kur’an-ı Mucizü’l-Beyânın mucize-i maneviyesiyle açmış, göstermiş; meydandadır.

    İşte, Risale-i Nur’a herkesten ziyade kemal-i şevkle taraftarâne ve müftehirâne medrese taifesinden olan ulemaların koşmaları lazım ve elzem iken, maatteessüf, daha medrese ehlinin ekseri, kendi medresesinden çıkan bu âb-ı hayat çeşmesini ve bu kıymettar bâki hazinesini tanımı-yor, aramıyor, muhafaza edemiyor. Lillahilhamd, şimdi tam tamına başladılar. Sözler mecmuası, hem hocaları, hem muallimleri Nurlara çekti.

    Kastamonu Lahikası, 177

    Aziz, sıddık kardeşlerim

    Evvela: Hadsiz şükür olsun ki, Isparta tam bir Medresetü z-Zehra ve Camiü’l-Ez-her olacağını ve olmaya başladığını, kahraman talebelerinin bu ağır şerait altında sarsılmadan faaliyetleri ispat ediyor. Diyanetçe ve Kur’ân ve Risale-i Nur a müştakane çalışmaları, hatta Ali Köyünde, Ali lerin gayretiyle çok çocukların talebeliğe girmeleri ve diğer bir köyün umum gençleri gece de Kur’ân a çalışmaları ve camiler cemaatle dolmaları, Nur şakirtlerinin çektikleri bütün sıkıntıları hiçe indiriyor.

    Emirdağ Lahikası, 124

    Aziz, sıddık kardeşlerim,

    Evvela: Nurun ehemmiyetli kahramanlarından Nur’un ehemmiyetli mecmualarını Mekke-i Mükerremeye götürüp gayet büyük bir Hindli alim Ahmed Ali Şimşiri ye teslim edip, hem Hintçe tercüme etmeye ve Hind e de göndermeye teminat alan kardeşimiz Hafız Mustafa ya binler barekallah ve maşaallah ve es adekallah deriz. Medresetü z-Zehra, Mekke-i Mükerremedeki o büyük zatla muhabere etsin. Adresi şudur: "Mekke-i Mükerremede Babü s-Selamda Ahmed Ali Şimşiri" diye mektup yazabilirsiniz.

    Emirdağ Lahikası, 240

    Hem Yeni Sabah gazetesi yazdığı gibi, Medresetü’z-Zehrayı Doğu Üniversitesi namıyla büyük bir İslâm Darülfünunu Re-is-i Cumhur tabiriyle, "Her müşkilâtı iktiham edip onun yapılmasına çalışacaklarını" haber aldık. İnşaallah, kırk senedir takip ettiğimiz mühim bir maksadımız, vatan ve milletin menfaati için yapmaya mecbur olacaklar.

    Emirdağ Lahikası, 284

    Çok muhterem kardeşimiz Salih,

    Üstadımız sana ve iki dindar ve hakiki milletvekillerine çok selâm ve dua eder, sana ve onlara bin bârekâllah der.

    Üstadımız diyor ki:

    "Ben çok zaman evvel bekliyordum ki, Urfa tarafında Nurlara karşı kuvvetli eller sahip olmaya çıksın. Çünkü orası hem Anadolu’nun, hem Arabistan’ın, hem Kürdistan’ın bir nevi merkezi hükmündedir. Nurlar orada yerleşse, o üç memlekette intişarına vesile olur. Cenab-ı Hakka hadsiz şükrediyorum ki, Seyyid Salih gibi gençliğin bir kahramanı ve o havalinin çok kıymetdar ve hamiyetkâr ve dindar iki milletvekili Nurlara sahip çıkmaya başladılar. Ben de kendi paramla aldığım ve zehir hastalığının fazla rahatsız-lığı içinde tashih ettiğim bana mahsus bir kısım mecmualarımı onlara gönderiyorum. Çok yerlerden ve çok mühim zatlar tarafından istedikleri halde, ben Urfa’yı her yere tercih ediyorum. İnşaallah bir kısım daha onlara göndereceğim.

    "Seyyid Salih ve hamiyetkâr milletvekilleri orada inşaallah Kur’ân ve imana tam hizmet edecek ve orayı Isparta’daki Medresetü’z-Zehra ve Mısır’daki Camiü’l-Ezher’in küçük bir nümunesi haline getir-meye vesile olmaya ve Şam ve Bağdat’taki medrese-i İslâmiyenin bir nümunesini açmaya yol açmalarını rahmet-i İlâhiyeden ümit ediyoruz.

    "Hem madem Risale-i Nur’un mesleği hıllettir. Ve Urfa ise, İbrahim Halilullah’ın bir menzilidir. İnşaallah hıllet-i İbrahimiye parlayacaktır.

    "Hem ihtimal-i kavîdir ki, bu dehşetli semli hastalıktan kurtulsam, gelecek kışta Urfa’ya gitmeyi cidden arzu ediyorum."

    Üstadımızın sözü bitti. Biz de tekrar selâm ve arz-ı hürmet ederiz.

    Emirdağ Lahikası, 406-407

    Salisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nâzırı Kur’ân’ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: "Bu İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur’ân’ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız."

    İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsat komitesi bu biçare fedakâr, mâsum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de, altmış beş sene evvel bu cereyana karşı, Kur’ân-ı Hakîm’den istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir "Dârülfünun-u İslâmiye" tasavvuru ile, altmış beş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalâletin helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mâbeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk.

    Birinci vesilesi: Risale-i Nur’dur ki, uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlumiyet ve âcizlik hâletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felse-feye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyun ve tabiiyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerh edememesidir. İnşaallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zatlar, bu mucize-i Kur’âniyenin cilvesini âlem-i İslâma işittireceksiniz.

    İkinci vesilesi: Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere gitmek istiyordum. Âlem-i İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:

    Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsında, Câmiü’l-Ezher üslûbunda bir darülfünun, hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım. En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için 20 bin altın lira verdiği gibi, sonra ben eski Harb-i Umumîdeki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara’da mevcut 200 meb’ustan 163 meb’usun imzası ile 150 bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine herşeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve an’anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb’uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler ki:

    "Biz şimdi ulûm-u an’ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garplılaşmaya ve medeniyete muhtacız."

    Ben de cevaben dedim:

    Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser enbiyanın Asya’da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve filozofların garpta gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikine kat’iyen tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:

    Ben Van’da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: "Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?" dedim.

    Dedi: "Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar." Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul’da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: "Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum."

    Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.

    Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.

    İşte bu cevabımdan sonra, an’ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmak fikrini taşıyanlar, kalktılar, imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını affetsin; şimdi vefat etmişler.

    Rabian: Mâdem Reisicumhur gayet mühim mesâil-i siyasiye içinde Şark Üniversitesini en ehemmiyetli bir mesele yapıp hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet-le medresenin medâr-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye, eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi orta şarkta sulh-u umumînin temel taşı ve birinci kalesi olan bu üniversiteyi yine mesâil-i azîme-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması, elbette bu vatan, bu devlete, bu millete bu azîm, faydalı hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üniversi-tede esas olacak. Çünkü hariçteki kuvvet tahribatı mânevîdir, imansızlıkladır. O mânevî tahribata karşı atom bombası, ancak mânevî cihetinde mâneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.

    Mâdem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikiyle ve neticeleriyle tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken, Amerika’da, Avrupa’da bu meseleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekli-yoruz.

    Emirdağ Lahikası, 439-440.

    Hem de her bir kemâlin müessis ve hâmisi olan "cesaret ve nâmus-u millî" emrediyor ki: Nasıl ki şimdiye kadar dimağdan kalbe mecra açmakla aklı kuvvete mezc ederek, maarifinizi kılıncın hutut-u cevherinden öğrenmekle şecaât-ı maddîde terakkî ettiniz, şimdi ise kalbden fikre karşı menfez açınız. Kuvveti, aklın imdadına ve hissiyatı, efkârın arkasına gönderiniz. Tâ ki, şecaât-i akliye-i medeniyet meydanında nâmus-u millî pâyimâl olmasın. Kılıncınız fen ve san’at cevherinden yapılmalı.

    Hem de ‘lisan-ı mâderzâd’ denilen, eşia-i hissiyat-ı milliyenin ma’kesi ve semerat-ı edebin şeceresi ve âb-ı hayatı maarifin cedâvili ve kıymet ve tekemmülünüzün mizan-ı i’tidali ve doğrudan doğruya herkesin vicdanına karşı menfez açmakla hayt-ı şua’ı gibi, tesiratı ilgâ edici ihmaliniz-le gayet müşevveş ve bazı dalları aşılanmış olan lisanınız, şecere-i tuba gibi bir şecerenin tecellisine müstaid iken, böyle kurumuş ve perişan kalmış ve medeniyet lisanı olan edebiyattan nâkıs kalmış olduğundan, lisan-ı teessüfle lisanınız sizden hamiyet-i milliyeye arz-ı şikayet ediyor.

    İnsanda kaderin sikkesi lisandır. İnsaniyetin sureti ise sahife-i lisanda nakş-ı beyan tersim ediyor. Lisan-ı mâderzâde ise tabii olduğundan, elfazı davet etmeksizin zihne geliyor. Alış-veriş yalnız ma’na ile kaldığından zihin çatallaşmaz. Ve o lisana giren maârif "nakşu ale’l-hacer" gibi baki kalır. Ve o ziyy-i lisan-ı milli ile görünen her ne olur ise me’nus olur. İşte hamiyet-i millinin bir misalini size takdim ediyorum ki, o da Mutkili Halil Hayâlî Efendi’dir ki hamiyet-i millinin her şubesinde olduğu gibi, bu şube-i lisan meydanından ihraz eylemiş. Ve lisânımızın esası olan elif-bâ ve sarf ve nahvini vücuda getirmiş. Ve hattâ diyebili-rim ki: Asr-ı hamiyet ve gayret ve fedakarlık ve himaye-t-i zaafa imtizac ederek vücud-u ma’nevisini teşkil etmiştir. Hakikaten Kürdistan madeninden böyle bir cevher-i hamiyete rast gelindiğinden, bizim istikbalimizi onun gibi ümidinden bir çok cevahir ışıklandıracaktır.

    İşte bu zat, şayân-ı iktida bir numüne-i hamiyet göstermiş ve muhtac-ı tekemmül lisan-ı millimize dair bir temel atmış. Onun eserine gitmeyi ve temeli üzerine bina etmeyi ehl-i hamiyete tavsiye ediyorum.

    İçtimai Reçeteler-I, s. 95.

    Dört nokta şüpheyi davet etmiş. Onları bilerek bazı hikmet-i hafiye için yapmışım.

    Birincisi: Şekl-i garibim. Bu muhalif libasımla makasıd-ı dünyeviyeden istiğnamı ve âdât-ı beldeye adem-i mürâattan özrümü ve ahval ve etvârımın nâsa muhalefetini ve münasebet-i zâhir ve bâtıne ile tabiilik insaniyetimi ve milliyetimin muhabbetini ilan etmek içindir. Hem de garîb ma’nâ garib bir lafz içinde olmalı, tâ ki nazar-ı dikkati celbetsin. Hem de sanayi-i mahalli-yeye revac vermek için bir nasihat-i fiili ediyorum. Hem kendimde bir meyl-i teceddüdü göstermek ve zamanın teceddüt edeceğine işaret ediyorum. Hem de Sultan Selim’e bey’at etmişim.

    İkincisi: Ulemâ ile olan münazaramdır. Onun sebebi, İstanbul’a geldim, gördüm ki, sair şuubata nisbeten medâris az terakki etmiştir. Bunun da sebebi, kitaba nazarla istinbat-ı mesele etmek olan istidadı, meleke-i ilim yerinde ikâme olunmuş ve talebelerde adem-i münazara ve sual ve cevap tam olmamak sebebiyle şevksizlik ve melekesizlik ve atalet gibi bazı hali intac etmiş. Sair müntic-i taaccüb ve hayret olan ulum-u ekvan… veya eğlence ile vakit geçirmeyi müntic olan fünun-u hevesat.. ve lezzat-ı hakikiyeyi mutazammın olan ulu-m-u maksud-u bizzat gibi ulum İlahiyye tahsil olunmaz. Bunun da ya bir himmet-i âli veya bir tevaggul-u tam veya mü-sabakayı müntic olan sual ve cevab gibi bir şevk-i kasri ve harici lazımdır. Veyahut, taksim-i a’mal kaidesine tatbiken, her bir talebenin istidadına göre bazı fünun ile tevaggul etmeli, tâ mütehassıs olsun, sathî olmasın. Zira her ilmin bir suret-i hakikiyesi var. Meleke olmadığı vakit bazı tarafı nâkıs olan suretlere benzer. Bunun da çaresi, ona müstaid olan bir fenni esas tutmalı. Ve buna münasib fünunu, her birinden bir fezleke alınmalı ve o fenn-i esasın suret-i hakikiyesini mütemmim ittihaz etmelidir. Zira her bir fezleke bir suret-i müstakileyi teşkil etmiyor. Lâkin bir suret-i esasiyeyi tekmil edebilir.

    Ey, sözmü işiten talebe-i ulûm! Mektebliler gibi -ki onlar nâkıs olan selef-lerine hayrü’l-halef olmuşlar- çalışalım ki, evc-i kemale vasıl olan seleflerimize hayru’l-halef olalım. Ben münazara ile bil-fiil bu iki noktadan ikaz etmek istiyorum.

    Üçüncüsü: Fuzulilik olarak iki fikri beyan etmiştim.

    Birincisi: Şu zaman-ı terakkide medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eden İslâmiyet, medeniyet-i hazıraya nisbetle te-rakki etmemiş. Bunun da en büyük sebebi, üç büyük şu’belerin -ki,"cümlenin maksudu bir amma, rivayet muhtelif" mâsadakına muvafık ehl-i medrese, ehl-i mekteb, ehl-i tekkenin- tebâyün-ü efkar ve tehalüf-ü meşâribidir. Ehl-i medrese ehl-i mektebi bazı gayr-ı murad olan zevahirin te’viliyle zaaf-ı akide ile ittiham ediyorlar. Bunlar ise berikileri fünun-u cedideye adem-i vukuf-ları sebebiyle nâkıs ve gayr-ı mu’temed addediyorlar. Ehl-i medrese ehl-i tekkeyi, ibadet olan zikri, sebeb-i şevki vaz’olunmuş olan bazı mübah a’mâl ve harekâtına -ki, avam ve cahil hataen ibadet zannediyorlar, halbuki bu zan batıldır. İbadet yalnız zikirdir, harekat, mübah olmak şartıyla caizdir. Bu zann-ı avama- binaen bunlara ehl-i bid’at nazarıyla bakıyorlar. Bunların tefritiyle ve ötekilerin ifratıyla müsamaha kapısı açıldı, bazı bid’at zikir ile ihtilat eyledi.

    Bu tebâyün-ü efkâr ve tehalüf-ü meşârib ahlak-ı İslamiyeyi sarsmış ve terakkiyat-ı medeniyetten geri bırakmıştır. Bunun da çaresi, mekâtipte ulûm-u diniyeyi bihakkın okutmak ve medariste lüzumsuz kalan hikmet-i atîkaya bedel bazı fünun-u lazime-i cedide tahsil olunmak ve tekkelerde mütebahhirin ulemâ bulunmaktır. Bu takdirde şuubat-ı selâse yek-aheng-i terakki olarak kat-ı meratip etmek kaviyyen me’muldür.

    İkinci fikir vaizlere âittir ki, bunlar müderris-i umumidir. Bunların nesayihında bir tesir hissetmedim. Düşündüm, kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum:

    Birisi: Asr-ı hazırayı zaman-ı sâlifeye kıyas, yalnız tasvir-i müddea ve parlak göstermektir. Halbuki zaman-ı salifte safa-yı kalb ve taklid-i ulema hüküm-ferma idi. Bunlara delil lazım değil idi. Şimdi de herkeste bir meyl-i taharri-i hakikat peyda olmuş. Bunlara karşı tasvir-i müddea tesir etmez. Ancak tesir ettirmek için isbat-ı müddea ve ikna lâzımdır.

    İkinci sebep: Bir şeyi terğib ve ya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil etmektir. Meselâ, "bir gece iki rek’at namaz kılmak, Hacc’ı tavaf etmek … veya kim gıybet etse zinâ etmiş gibidir" derler.

    Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan muktezayı hale mutabık ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar. Demek istiyorum ki: Vaiz hem alim-i muhakkik olmalı -ki, tâ isbat-ı müddea etsin"; hem hakim-i mudakkik olmalı – tâ, muvazene-i şeriat’ı bozmasın"; hem de beliğ-i mukni olması şarttır.

    Dördüncüsü: "Zihnim perişandır" demişim. Halbuki bu cümleden maksadım, kuvve-i hafızama nisyan tareyanını ve zih-nimdeki sıkıntıyı ve tabiatımdaki tevahhuş muraddır. Hiç bir divane "ben divaneyim" demediği için, benim cinnetime nasıl delil olabilir? Hem de "İzhar" dan sonra üç mah ders gördüğümü söylemiştim. İki cihetle şu söz şüpheyi davet eder: Ya hilaftır, halbuki ekser Kürdistan bunun sıdkını bilir, ya doğru olduğu halde, ya sen ey doktor, dediğin gibi, temeddühü istilzam etmiş. Şimdi şuurumda şüpheniz kalmadığı vakit fikrimde şüpheniz vardır zannediyorum. Edna bir muhakeme ile bu şüphe zail olabilir. Zira gayet serbest vahşi Kürdlerden olan bir adam elmas gibi millete bir sadâkat ve cevher gibi bir fikr-i âlî sahibi olmadığı halde, nasıl bu zamanda bu kadar alâmet-i farika ile hile ve fikr-i fesadını saklayabilir? Bence hile terk-i hiledir.

    Demek herkese müreccah ve safi bir sadakati kalbden hissetmiş de bu günâ ahvalde bulunmuş.

    …………

    Demek bizim doktorların fehmi hasta.. ve kendi raporlarıyla kendileri mecnûn.. ve Zaptiye Nazırı da hiddeti için divanedirler. Ey doktor! Sen iyi doktorsun, evvelâ o biçareleri tedavi et, sonra beni.

    Ey, şu kelâmıma nazar eden zevât! Eğer kelâmımda dokunacak veya sizin zayıf mi-denizde hazm olunmayacak sözler bulunursa mâzur tutunuz. Çünkü divanelik zamanında söylemişimdir. Muhitim o zaman tımarhanenin duvarları idi. Muhitin tesiri müsellemdir. Zira ……….. ümmi ve vahşi yani hür, Türkçe iyi bilmez bir Kürd bu kadar ifade-i meram edebilir. Vesselam…

    İçteimai Reçeteler-ı, s. 68-72

    Medresetü’z-Zehra

    Sual: Ne istersin?

    Cevap: Sözünüzü, fiiliniz tasdik etmek. Başkasının kusurunu kendinize özür göstermemek. İşi birbirine atmamak. Üzerinize vâcip olan hizmetimizde tekâsül etmemek. Vasıtanızla zâyi olan mâfâtı telâfi etmek. Ahvâlimizi dinlemek, hâcetimizle istişare etmek, bir parça keyfinizi terk etmek ve keyfimizi sormak istiyoruz.

    Elhasıl: Vilâyât-ı şarkiye ve ulemasının istikbalini temin etmek istiyoruz. İttihad ve Terakki mânâsındaki hissemizi isteriz. Üzerinizde hafif, yanımızda çok azîm birşey isteriz.

    Sual: Maksadını müphem bırakma, ne istersin?

    Cevap: Câmiü’l-Ezher’in kızkardeşi olan, Medresetü’z-Zehrâ namıyla dârülfünunu mutazammın pek âli bir medresenin Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbakır’da tesisini isteriz. Emin olunuz, biz Kürtler başkalara benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neş’et eder.

    Sual: Nasıl? Ne gibi? Niçin?

    Cevap: Ona bazı şerait ve varidat ve semerat vardır.

    Sual: Şeraiti nedir?

    Cevap: Sekizdir.

    Birincisi: Medrese nâm melûf ve menus ve cazibedar ve şevk-engiz itibarı olduğu halde büyük bir hakikati tazammun ettiğinden, rağabatı uyandıran o mübarek medrese ismiyle tesmiye.

    İkincisi: Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak.

    Sual: Şu mezcde ne hikmet var ki, o kadar taraftarsın, daima söylüyorsun?

    Cevap: Dört kıyas-ı fâsit ile hâsıl olan safsatanın zulmünden muhakeme-i zihniyeyi halâs etmek, meleke-i feylesofanenin taklid-i tufeylâneye ettiği mugalâtayı izâle etmek…

    Sual: Ne gibi?

    Cevap: Vicdanın ziyası, ulûm-u dîni-yedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.

    Üçüncü şart: Zülcenaheyn ve Kürtlerin ve Türklerin mutemedi olan Ekrad ulemasının veya istinâs etmek için lisan-ı mahallîye âşina olanları müderris olarak intihap etmektir.

    Dördüncüsü: Ekradın istidatları ile istişare etmek, onların sabavet ve besatetlerini nazara almaktır. Zira çok libas var; bir kamete güzel, başkasına çirkin gelir. Çocukların talimi, ya cebirle, ya hevesatlarını okşamakla olur.

    Beşinci şart: Taksimü’l-a’mâl kaidesini bitamamihâ tatbik etmek-tâ şubeler birbirine medhal ve mahreç olmakla beraber, herbir şubeden mütehassıs çıkabilsin.

    Altıncı şart: Bir mahreç bulmak ve müdavimlerin tefeyyüzünü temin etmek; hem de mekâtib-i âliye-yi resmiyeye müsavi tutmak ve imtihanları, onların imtihanları gibi müntiç kılmak, akîm bırakmamaktır.

    Yedinci şart: Dâru’l-muallimîni muvakkaten şu dârülfünun dairesinde merkez kılmak, mezc etmektir. Tâ ki, intizam ve tefeyyüz ondan buna geçsin ve fazilet ve diyanet, bundan ona geçsin; tebâdül ile herbiri ötekine bir kanat verip zülcenaheyn olsun.

    Sekizinci şart: Kürdistan’da âdet-i müstemirre olan talim-i infiradiyi halka ve daireye tebdil etmek. Sual: Varidatı nedir?

    Cevap: Hamiyet ve gayret.

    Sual: Sonra?

    Cevap: Bu medrese, çekirdek gibi bilkuvve bir şecere-i tûbâyı tazammun eyliyor. Eğer hamiyet ve gayretle yeşillense, tabiatıyla maddî hayatını cezb ile sizin kuru kesenizden istiğna edecektir.

    Sual: Ne cihetle?

    Cevap: Çok cihetle.

    Birincisi: Evkaf, hakkıyla intizama girse, şu havuza tevhid-i medâris tarikiyle bir mühim çeşmeyi akıtacaktır.

    İkincisi: Zekâttır. Zira biz hem Hanefî, hem Şâfiîyiz. Bir zamandan sonra o Medresetü’z-Zehrâ İslâmiyete ve insâniyete göstereceği hizmetle, şüphesiz bir kısım zekâtı bil’istihkak kendine münhasır edecektir. Bâhusus, zekâtın zekâtı da olsa kâfidir.

    Üçüncüsü: Şu medrese neşredeceği semeratla, tamim edeceği ziya ile, İslâmiyete edeceği hizmetle ukul yanında en âlâ bir mektep olduğu gibi, kulûb yanında en ekmel bir medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes bir zaviyeyi temsil edecektir. Nasıl medrese, öyle de mektep, öyle de tekke olduğundan; İslâmiyetin iânât-ı milliyesi olan nüzur ve sadakat kısmen ona teveccüh edecektir.

    Dördüncüsü: Mezkûr tebâdül için dârü’l-muallimîn ile imtizaç ettiğinden, darü’l-muallimînin varidatı bir derece tevsi ile muvakkaten ve âriyeten-eğer mümkünse-verilse, bir zaman sonra istiğna edecek, o âriyeyi iade edecektir.

    Sual: Bunun semeratı nedir ki, on, belki elli beş seneden beri bağırıyorsun?

    Cevap: İcmali: Kürt ve Türk ulemasının istikbalini temin. Ve maarifi, Kürdistan’a medrese kapısıyla sokmak. Ve meşrutiyetin ve hürriyetin mehasinini göstermek ve ondan istifade ettirmektir.

    Sual: İzah etsen fena olmaz.

    Cevap: Birincisi: İslâmiyeti, onu paslandıran hikâyat ve İsrailiyat ve taassubat-ı bârideden kurtarmak. Evet, İslâmiyetin şe’ni metanet, sebat, iltizam-ı hak olan salâbet-i diniyedir. Yoksa cehilden, adem-i muhakemeden neş’et eden taassup değildir. Bence taassubun en dehşetlisi, bazı Avrupa mukallitlerinde ve dinsizlerinde bulunur ki, sathî şüphelerinde muannidane ısrar gösteriyorlar. Burhan ile temessük eden ulemânın şânı değildir.

    Üçüncüsü: Mehâsin-i meşrutiyeti neşir için bir kapı açmaktır. Evet, aşâirde meşrutiyeti incitecek niyet yoktur. Fakat istihsan edilmezse istifade edilmez; o daha zararlıdır. Hasta tiryakı zehir-alûd zannetse, elbette istimal etmez.

    Dördüncüsü: Maarif-i cedideyi medârise sokmak için bir tarik ve ehl-i medresenin nefret etmeyeceği saf bir menba-ı fünun açmaktır. Zira, mükerreren söylemişim: Fena bir tefehhüm, meş’um bir tevehhüm şimdiye kadar set çekmiştir

    Beşincisi: Yüz defa söylemişim, yine söyleyeceğim: Ehl-i medrese, ehl-i mektep, ehl-i tekkenin musalâhalarıdır. Tâ, temayül ve tebadül-ü efkâriyle lâakal maksatta ittihad eylesinler. Teessüfle görülüyor ki, onların tebâyün-ü efkârı, ittihadı tefrik ettiği gibi; tehâlüf-ü meşâribi de terakkiyi tevkif etmiştir. Zira herbiri mesleğine taassup, başkasının mesleğine sathiyeti itibarıyla tefrit ve ifrat ederek, biri diğerini tadlil, öteki de berikini techil eyliyor.

    Elhasıl: İslâmiyet hariçte temessül etse, bir menzili mektep, bir hücresi medrese, bir köşesi zaviye, salonu dahi mecmaü’l-küll, biri diğerinin noksanını tekmil için bir meclis-i şûrâ olarak, bir kasr-ı meşîd-i nuranî timsalinde arz-ı dîdar edecektir. Ayna kendince güneşi temsil ettiği gibi, şu Medresetü’z-Zehrâ dahi o kasr-ı İlâhîyi haricen temsil edecektir.

    Eyyühe’l-eşraf! Biz size hizmet ettiğimiz gibi, siz de bize hizmet ediniz. Yoksa, ey bize vesayete muhtaç çocuk nazarıyla bakan ehl-i hükûmet, size itaat ettiğimiz gibi, saâdetimizi temin ediniz. Ve illâ, ey Kürt ve Türkün cemiyyet-i milliye vazifesini bil’istihkak omuzunuza alan eski İttihad ve Terakki! İyi ettiniz mezc ettiniz. İyi etseniz iyi; ve illâ Sual: Ulemaya pek çok itab edilir, hattâ…

    Cevap: Büyük, hem pek büyük bir insafsızlık!

    Sual: Neden?

    Cevap: Ademin kabahatine vücut vermek kadar ahmaklıktır.

    Sual: Ne demek?

    Cevap: Bir zatta ilim, adem-i hilim ile iktiranı cihetiyle, adem-i hilimden neşet eden kabahati ile ilmi mahkûm etmek ne derece eblehliktir. Öyle de, İslâmın kudsiyetini daima telkin eden ve ahkâm-ı diniyeyi iktidarlarınca tebliğ eden ve şimdi millet-i İslâmiye mabeyninde en ziyade hürmet ve muhabbet ve merhamete müstehak olan biçare ulemayı, zamana yakışacak ulemanın adem-i vücudundan neş’et eden kabahati ve günahıyla mahkûm etmek ve o kabahat ve o günahı o biçarelere haml etmek ahmaklık değildir de ya nedir?

    Evet, vücutlarından zarar gelmemiş, istediğimiz ulemanın ademinden gelmiştir. Zira zekîler galiben mektebe gittiler. Zenginler, medresenin maişetine tenezzül etmediler. Medrese de-intizam ve tefeyyüz ve mahreç bulunmadığından-zamana göre ulemayı yetiştiremedi. Sakınınız! Ulemaya buğzetmek bir hatardır.

    Münazarat, s. 125-134

    Hâtimenin hâtimesi

    Bir adam müstaid ve kabil olduğu şeyi terk ve ehil olmayan şeye teşebbüs etmek, şeriat-ı hilkate büyük bir itaatsizliktir. Zira şanı odur ki, istidadı, san’atta intişar ve tedahül; ve san’atın mekayisine ihtiram ve muhabbet; ve nevamisine temessül ve imtisal, elhasıl, fena fi’s-sanat olmaktır. Vazife-i hilkat bu iken, bu yolsuzlukla san’atın suret-i lâyıkasını tağyir eder. Ve nevamisini incitir. Ve asıl müstaid olduğu san’ata olan meyliyle, teşebbüs ettiği gayr-ı tabiî san’atın suretini çirkin eder. Zira, bilkuvve olan meyil ve bilfiil olan san’atın imtizaçsızlığı için bir keşmekeş olur.

    Bu sırra binaen, pek çok adam meylü’l-ağalık ve meylü’l-âmiriyet ve meylü’t-tefevvukla mütehakkim geçinmek istediğinden, ilmin şanında olan teşvik ve irşad ve nasihat ve lûtfu terk edip, kendi istibdad ve tefevvukuna vesile-i cebir ve tânif eder. İlme hizmete bedel, ilmi istihdam eder. Buna binaen, vezaif ehil olmayanın ellerine geçti. Bahusus medaris bununla indirasa yüz tuttu. Buna çare-i yegâne, daire-i vahidenin hükmünde olan müderrisleri, darülfünun gibi çok devaire tebdil ve tertip etmektir. Tâ, herkes sevk-i insanîsiyle hakkına gitmekle, hikmet-i ezeliyenin emr-i mânevîsini, meyl-i fıtrîsiyle imtisal edip kaide-i taksimü’l-a’mâle tatbik edilsin.

    Tenbih

    Ulûm-u medarisin tedennîsine ve mecrâ-yı tabiîden çevrilmesine bir sebeb-i mühim budur: Ulûm-u âliye maksud-u bizzat sırasına geçtiğinden, ulûm-u âliye mühmel kaldığı gibi, libas-ı mânâ hükmünde olan ibare-i Arabiyenin halli, ezhanı zaptederek, asıl maksut olan ilim ise tebeî kalmakla beraber ibareleri bir derece mebzul olan ve silsile-i tahsile resmen geçen kitaplar evkat, efkârı kendine hasredip harice çıkmasına meydan vermemeleridir.

    Muhakemat, s. 56

    Terakkiyat-ı medeniyeden geri bırakmıştır. Zira biri ifrat ile diğerini tekfir ve tadlil ediyor; öteki tefrit ile onu teçhil ve gayr-ı mutemed addediyor. Bunun çaresi, tevhid ile ve efkârlarının mabeyninde teyid ile münasebet ile musalâhadır. Tâ itidal noktasında musafaha ile birleşmeli ki, âheng-i terakkîyi ihlâl etmesinler.

    Üçüncüsü: Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum:

    Birincisi: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı sâlifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddeâyı parlak ve mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için ispat-ı müddeâ ve müteharrî-i hakikati iknâ lâzım iken, ihmal edi-yorlar.

    İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.

    Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan, hale mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasip söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çeki-yorlar, sonra konuşuyorlar.

    Hâsıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ ispat ve iknâ etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ muvazene-i şeriatı bozmasın. Hem beliğ-i muknî olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana muvafık söz söylesin. Ve mizan-ı şeriatle tartsın. Ve böyle olmaları da şarttır.

    Yaşasın şeriat-ı garrâ! Yaşasın adalet-i İlâhî! Yaşasın ittihad-ı millî! Ölsün ihtilâf! Yaşasın muhabbet-i millî!.. Gebersin ağrâz-ı şahsiye ve fikr-i intikam! Yaşasın şecaat-ı mücessem askerler! Yaşasın satvet-i muşahhas ordular! Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem dindar cemiyet-i ahrâr ve Nur talebeleri.

    Divan-ı Harbi Örf-i, s. 88-89

    İkinci madde: Maarif-i İslamiye ordusunun fırkaları olan ehl-i medrese ve ehl-i tekye ve ehl-i mekteb; ifrat ve tefrit ile birbirini tadlil ve techil ile hasıl ve ahlak-ı İslamiye’yi esasıyla sarsan ve ahenk-i te-rakkiyi ihlal eden tebayün-ü efkarları ve tehalüf-ü meşrebleri izale ve efkarı tevhid, meşaribi takrib zaruridir. Nasıl ki cesim bir fabrikayı mutazammın bir kasrın odalarının kapıları birbirine açılır, bir maksada hizmet eder; kezalik mekteb ve medrese ve tekye, te’yid-i münasebet ile o kasr-ı ali’-i İslamiye’nin birer açık kapılı odası gibi olmak ve salonu da hükümet olmak lazımdır. Ta her biri diğerinin noksanını tekmil ile kaide-i taksimül-mesai tatbik edilsin. Te’yid-i münasebet şöyledir ki, mekatib-i aliyede hakaik-i İslamiye’yi berahin ile okutmak ve medreselere de fünun-u lâzıme-i medeniyeyi, eski hükemanın bataklığına bedel, tedris olunmak ve tekyelerde de mütebahhirin ulema bulunmaktır.

    Üçüncü madde: Devlet-i ilmiyede meşrutiyet-i ilmiye te’sis etmektir. Tâ ki, efkâr-ı umumiye-i ilmiye feveran ile ağraz ve enaniyet ve evham ve şübehatı bel’etsin. Zira her bir âlim kendi fikrini herkese kabul ettirmekle taklid yolunu açmak ve taharri-i hakikatin yolunu seddetmekle bir nevi istibdad-ı ilmiye yapıyor. Elhasıl, istibdat gerek idare, gerek ilimde olsun, semerat-ı sa’yi istihkakla istikbale istidbar ediyor. İdarede kuvvet kanunda olmalı ve ilimde de kuvvet hakta olmalı. Yoksa istibdat hüküm-ferma olur.

    Dördüncü madde: Talebelik san’at-ı mütenevviasında taksimü’l-mesai kaidesini medresede tatbik etmekle beraber, ictimaat ile münazara ve müdavele-i efkardan feveran eden bir nevi efkar-ı umumiyeyi üstad-ı ma’nevi ittihaz etmektir. Tâ talebelikte ukdetül-hayatiye tenebbüh ve meylüt-terakki faaliyeteve meylüt-teceddüt zuhura başlasın. Elhasıl; nasıl ki devlette efkar-ı âmme hakimdir, müftisi de efkâr-ı umumiye-i ulema olmalı. Ve üstad ve muallim de efkar-ı amme-i talebe olmalıdır. Tâ ki meşrutiyet, mütevasiyen ve mütenasiben cereyan etsin. Şeriat’ta icma-ı ümmet hüccet-i kat’i olduğundan, efkar-ı âmmenin kıymet ve mevkiini gösterir.

    Beşinci madde: Mürşid-i umumi olan vâiz ve hatibler, hem âlim-i muhakkik olmalıdırlar -tâ bürhan ile ikna eylesin, zira tasvir ve tezyin-i müddea müteharri-i hakikata karşı faidesizdir- ve hem de hakim-i müdakkik olmalıdırlar -ta ki bir şeyi terhîb ve terğib ile ondan daha mühim şeyi tenzil ve tahfif edip, muvâzene-i Şeriat’ı bozmasınlar- ve beliğ-i hakim olmalıdırlar – tâ ki mukteza-yı hâle mutabık ve ilcaat-ı zamana muvafık ve teşhis-i illete münâsib söz söylesinler-.

    Altıncı madde: Osmanlılığın meyl-i te-rakkisini faal etmektir. Şöyle ki:

    Bu devletin mâ-bihi’l-hayatı ve dini, Din-i İslam olduğundan her bir Osmanlı i’lâ-yı şevket-i islamiyeye mükellef ve her bir mü’min İ’la-yı Kelimetullah’a muvazzaftır. Ve bu zamanda "İ’lâ"nın en büyük sebebi maddeten terakki olduğundan ve terakkinin en müdhiş düşmanı olan cehalet ve zaruret ve ihtilafa, seyf-i ma’rifet ve sa’y-i insani ve ittihad ile din namına cihad edeceğiz. Amma a’dâ-yı harici, medeni olduklarından fikren galebe çalmak lâzımdır. O cihadı da berahin-i Şeriat’a havale edeceğiz.

    İçtima-i Reçeteler, s. 271-273

    Hem de itikadımdır ki: İstikbale hüküm sürecek ve her kıt’asında hâkim-i mutlak olacak, yalnız hakikat-i İslâmiyettir. Evet, saadet saray-ı istikbalde taht-nişin hakaik ve maarif yalnız İslâmiyet olacaktır. Onu fethedecek yalnız oduremareler görünüyorlar. Zira mazi kıt’asında, vahşetâbâd sahralarında hayme-nişin taassup ve taklid; veyahut cehlistan ülkesinde menzil-nişin müzahrefat ve istibdad olanlara, şeriat-ı garrânın galebe-i mutlak ve istilâ-i tâmmına sed ve mâni olan sekiz emir, üç hakikatle zîr ü zeber olmuşlardır ve oluyorlar. O mâniler ise, ecnebilerde taklit ve cehalet ve taassup ve kıssîslerin riyaseti; ve bizdeki mâni ise, istibdad-ı mütenevvi ve ahlâksız-lık ve müşevveşiyet-i ahval ve atâleti intaç eden yeistir ki, şems-i İslâmiyetin küsufa yüz tutmasına sebep olmuşlardır.

    Sekizinci ve en birinci mâni ve belâ budur: Bizle ecnebiler, bazı zevahir-i İslâmiyet ve bazı mesail-i fünun ortasında hayal-i bâtıl ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazattır. Aferin maari-fin himmet-i feyyâzânesine ve fünunun himmet-i merdânesine ki, meyl-i taharrî-i hakikat ve muhabbet-i insaniyet ve meyl-i insaf olan hakaiki teçhiz ederek o mânilere gönderip zîr ü zeber etmiş ve ediyor.

    Evet, en büyük sebep ki, bizi dünya rahatından ve ecnebileri âhiret saâdetinden mahrum eden, şems-i İslâmiyeti münkesif ettiren, su-i tefehhüm ile tevehhüm-ü müsademet ve muhalefettir. Feyâ lil’acep! Köle efendisine, hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir. Fakat, vâ esefâ, bu su-i tefehhüm ve şu tevehhüm-ü bâtıl, şimdiye kadar hükmünü icra ederek vesvesesiyle ye’si ilka edip bab-ı medeniyet ve maarifi Ekrad ve emsallerine kapattırdı. Zira bazı zevahir-i diniyeyi fünunun bazı mesailine muarız tahayyül ederek ürktüler. Ezcümle: Küreviyyet-i arz ki, fünunun en birinci derecesi olan coğrafyanın en birinci basamağıdır. İleride gelecek altı meseleye münafi zannettiklerinden, bu bedihî meselede mükâbere etmekten çekinmediler.

    Ey benim şu kitabıma im’ân-ı nazarla nazar eden zat! Malûmun olsun, bu kitapla istediğim hizmet budur: İslâmiyette olan tarik-i müstakîmi göstermekle ehl-i tefrit olan a’dâ-yı dinin teşkîkâtını red ve yüzle-rine vurmakla beraber; tarik-i müstakîmin öteki canibini ve sadîk-ı ahmak ünvanına lâyık olan ehl-i ifrat ve zahirperestlerin tevehhümlerini tard ve asılsızlığını göstermek ve asıl rehber-i hakikat ve âlem-i İslâmiyetin ikbal ve istikbaline yol açan ve sırat-ı müstakîmde kemâl-i ümid-i zaferle çalışan muhakkikîn-i İslâm ve âkıl sıddıklara yardım etmek ve kuvvet vermektir.

    Muhakemat, 7-8

    Hem de hakaik-i tarihiyedendir ki: Bir şahıs çok fenlerde meleke sahibi ve mütehassıs olamaz. Ancak ferid bir adam, dört veya beş fenlerde mütehassıs olabilir. Umuma el atmak, umumu terk etmek demektir. Bir fende meleke, o fennin suret-i hakikiyesidir. Onunla temessül etmek gerektir. Zira bir fende mütehassıs ve malûmat-ı sairesini mütemmime ve medet verici etmezse, malûmat-ı perişanından bir suret-i acîbe temessül edecektir.

    Tenvir için bir lâtife-i faraziyedir:

    Nasıl ki, başka âlemden bu küreye gelen tasvirci bir nakkaş farz olunsa: Halbuki, ne insanı ve ne insanın gayrısı, tam suretini görmemiş; belki herbirisinden bazı âzasını görmekle insanın tasviri veyahut gördüğü eşyanın umumundan bir sureti tasvir etmek isterse; meselâ, insandan gördüğü bir el, bir ayak, bir göz, bir kulak, yarı yüz ve burun ve amame gibi şeylerin terkibiyle bir insanın timsali, yahut nazarına tesadüf eden atın kuyruğu, devenin boynunu, insanın yüzünü, arslanın başı bir hayvanın sureti yapsa; nasıl ki imtizaçsızlıkla kabil-i hayat olmadığı için şeriat-ı hayat böyle ucubelere müsait değildir diyecekler ve nakkaşı müttehem edecekler. Şimdi bu kaide, fenlerde aynen cereyan eder. Çaresi odur ki: Bir fenni esas tutup sair malûmatını avzen ve zenav gibi yapmaktır.

    Hem de âdât-ı müstemirredendir ki, kitab-ı vahidde ulûm-u kesire tezahüm eder. Zira ulûm birbirini intaç ve birbirinin elini tutmakla teânuk ve tecavüb ettiklerinden, o derecede iştibak hasıl olur ki, bir fende telif olunan bir kitapta, o fennin mesaili, o kitabın muhteviyatına nispeti, ancak zekâtı çıkabilir. Bu sırdan gaflet iledir ki, bir şeriat veya bir tefsir kitabında istitraden derc olunmuş bir meseleyi gören bir zahirperest veya mugalâtacı bir adam der ki: "Şeriat ve tefsir böyle der." Eğer dost olsa diyecek: "Bunu kabul etmeyen Müslüman değildir." Şayet düşman olsa, o bahaneyle der: "?eriat veya tefsir-hâşâ-yanlış."

    Ey ifrat ve tefrit sahipleri! Tefsir ve şeriat başkadır; tefsir ve şeriatte telif olunan kitap yine başkadır. Zira kitap daha geniştir. O dükkânda cevherden başka kıymetsiz şeyler dahi bulunur. Eğer bunu fehmedebildin; hayse beyseden kurtulacaksın.

    Dikkat et: Nasıl ki bir evin levazım-ı mütenevviası yalnız bir san’atkârdan alınmaz. Belki herbir hâcette, o san’atta mütehassıs olana müracaat olmak gerektir. Öyle de, saadet-saray-ı kemâlâtta, o kanuna tatbik-i hareket etmek gerektir. Acaba görülmüyor mu ki, birinin saati kırılsa, terziye "Saatimi dik" dese, "yuha"dan başka cevap var mıdır?

    İşaret

    Bu mukaddemenin üssü’l-esası budur ki: Sani-i Zülcelâlin hilkat-i âlemde cârî ve taksimü’l-a’mâl kaidesinden akan kanun-u tekemmül ve terakkîde mündemiç olan rıza ve işaretinin imtisali farz iken, itaat tamam edilmemiştir. Şöyle:

    Kaide-i taksimü’l-a’mâli muktazi olan hikmet-i İlâhiyenin dest-i inayetiyle beşerin mahiyetinde ekmiş olduğu istidadat ve müyûlâtla şeriat-ı hilkatin farzü’l-kifayesi hükmünde olan fünun ve sanayiin edasına bir emr-i mânevî vermişken, su-i istimali-mizle o istidattan tevellüd eden meyle kuvvet ve medet verici olan şevki, bu hırs-ı kâzip ve şu re’s-i riya olan meylü’t-tefevvukla zayi edip söndürdük. Elbette, isyan eden, Cehenneme müstehak olur. Biz de, bu hilkat denilen şeriat-ı fıtriyenin evamirine imtisal edemediğimizden, cehennem-i cehl ile muazzeb olduk. Bu azaptan bizi kurtaracak, taksimü’l-a’mâl kanunuyla amel etmektir. Zira, seleflerimiz taksimü’l-a’mâ-lin ameliyle cinan-ı ulûma dahil olmuşlardır.

    Hâtime

    Bir gayr-ı müslim, yalnız mescide girmekle Müslüman olmasına kâfi olmadığı gibi, tefsirin veya şeriatın kitaplarına, hikmet veya coğrafya veya tarih gibi bir fennin meselesi girmesiyle, tefsir veya şeriat olamaz. Hem de bir müfessir veya fakih, mütehassıs olmak şartıyla, hükmü yalnız nefs-i şeriat ve tefsirde hüccettir. Yoksa, tufeylî olarak izinsiz tefsir, şeriat kitaplarına girmiş emirlerde hüccet değildir. Zira onlarda tufeylî olabilir. Nâkile itab yoktur. Evet, bir fende sözü hüccet olanın sair fenlerde nakil veya dâvâ cihetiyle hükmünü hüccet tutmak, taksimü’l-mehasin ve tefrikül-mesai olan kanun-u İlâhîsine veçh-i rıza göstermemek demektir.

    Hem de mantıkça müsellemdir ki: Hüküm, mevzuyla mahmulün yalnız veçh-i mâ ile tasavvurlarını iktiza eder. Ve onların teşrihat-ı sairesi ise, o fenden değildir. Başka fenin mesailinden olmak gerektir.

    Hem de mukarrerdir ki: Âmm, hâssa delâlât-ı selâsenin kanun-u tekemmül ve terakkîde mündemiç olan rıza ve işaretinin imtisali farz iken, itaat tamam edilmemiştir. Şöyle:

    Kaide-i taksimü’l-a’mâli muktazi olan hikmet-i İlâhiyenin dest-i inayetiyle beşerin mahiyetinde ekmiş olduğu istidadat ve müyûlâtla şeriat-ı hilkatin farzü’l-kifayesi hükmünde olan fünun ve sanayiin edasına bir emr-i mânevî vermişken, su-i istimali-mizle o istidattan tevellüd eden meyle kuvvet ve medet verici olan şevki, bu hırs-ı kâzip ve şu re’s-i riya olan meylü’t-tefevvukla zayi edip söndürdük. Elbette, isyan eden, Cehenneme müstehak olur. Biz de, bu hilkat denilen şeriat-ı fıtriyenin evamirine imtisal edemediğimizden, cehennem-i cehl ile muazzeb olduk. Bu azaptan bizi kurtaracak, taksimü’l-a’mâl kanunuyla amel etmektir. Zira, seleflerimiz taksimü’l-a’mâ-lin ameliyle cinan-ı ulûma dahil olmuşlardır.

    Muhakemat, 26-27