Köprü Anasayfa

Ahlâk

"Yaz 2001" 75. Sayı

  • Ahlak ve Değişim

    Prof. Dr. Süleyman Uludağ

    Uludağ Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

    Ahlâk, insana özgü temel bir değerdir. Her insanın yapısında ve doğasındamutlaka şöyle veya böyle bir ahlâk bilinci veya ahlâk duygusu vardır. Ahlâk,insanların tavır, tutum ve davranışlarıyla ilgi olduğundan, hayvanlarınhareketleri ahlâklı veya ahlâk dışı diye nitelendirilemez. Ahlâk, uyulmasıgereken belli kurallardan ve ölçütlerden ibaret olup bu kurallara uygun olaneylem ve davranışlar ahlâkî; aykırı olanlar ise, ahlâk dışı olaraknitelenir. Ahlâk olanı değil, olması gerekeni konu alan normatif bir ilimdalıdır. Temel ahlâk kuralları/normları evrenseldir. Her zaman, her yerde,her toplumda ve herkes için geçerlidir; inananı-inanmayanı, dindarı-dinsizikapsar. Bir dinsizin ve ateistin bile kendine göre bir ahlâkı vardır. Temelahlâk kuralları evrensel olmakla beraber, bunlar çeşitli çağlarda, bölgelerde,toplumlarda, kültür ve medeniyet çevrelerinde farklı şekillerde yorumlanırve değişik şekillerde uygulanır. Bu da özü ve temel karakteri itibariyleevrensel ve değişmez olan ahlâk kurallarının başka bir yönden değişkenolduğu anlamına gelir. Değişmezlik özde ve temelde; değişkenlik ise görüntüde,ayrıntıda ve uygulamadadır. Buradan hareketle bir Yahudi, Hıristiyan,Budist, Hindu ve Konfüçyusyan ahlâkından bahsedildiği gibi çeşitli ırkve kavimlerin ahlâklarından da bahsedilir. Tabiidir ki, bir de İslâm ahlâkısöz konusudur. İslâm ahlâkının öbür ahlâk sistemlerine benzeyen veonlardan ayrılan farklı yönleri vardır. Aslında bir ahlâk sistemi olmasıbakımından her ahlâk sisteminin diğerlerine benzeyen ve onlardan farklıolan yönleri vardır. Tarihten gelen faktörler, dinler, kültürel, şartlar,medeniyet şekilleri, örfler ve adetler, hatta iklim, ahlâk sistemlerinin oluşmasındave biçimlenmesinde etkili olur.

    Ahlâk ve İslâm

    Ahlâkın kaynağı bazılarına göre akıl/aklî sezgi, bazılarına göreduygudur. (D. Hume, ö. 1776; F. Hatcheson ö. 1746) İslâm’agöre ahlâkın kaynağı yüce Allah’tır.Ahlâkın kaynağı iki şekilde Allah’abağlanır. a) Allah Teala, insanı ahlâk şuuruna vehissine sahip olarak yaratmıştır. Bu tür yaratmanın zorunlu bir neticesiolmak üzere, her insanın yapısında ve doğasında ahlâk şuuru ve hissivardır. Bir insan dıştan hiç bir telkin ve bilgi almasa bile, az çok ahlâkihareket eder. Bir insanın ahlâk bilincinden ve duygusundan büsbütün yoksunolması düşünülemez. Böyle bir varlık düşünülse, artık o insanolamaz. Çünkü ahlâk insana, insanlık kazandıran ve onu hayvandan farklı kılantemel bir niteliktir. b) Doğuştan insanın yapısında, doğasında ve benliğindeahlâk şuurunun ve hissinin mevcut olmasına “fıtrat”denir. Hak Teala, insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır.Bunda bir değişme bahis konusu değildir. (bkz. Rum, 30/30) Bir hadiste, “Doğanher bebek fıtrat üzere doğar”(Buhari, Rum suresi tefsiri, 1, Müslim, Kader, 22, 25) buyrulmuştur. a) Buayet ve hadis insanın ahlâken temiz olarak yaratıldığını göstermektedir.b) Allah Teala, çeşitli sebeplerle, fıtrattan uzaklaşan, kirlenen ve ahlâklarıbozulan toplumları, gönderdiği peygamberler aracılığıyla fıtrata dönmeyeçağırmış, gözetmeleri gereken ahlâk kurallarını onlara hatırlatmıştır.Böylece yüce Allah, kutsal kitaplarda, ahlâk kurallarını belli emirler veyasaklar şeklinde ortaya koymuştur. Bazı örnekler:

    – Doğru söyleyiniz (Ahzal, 33/70).

    – Ahde vefa ediniz, verdiğiniz söze bağlı kalınız (İsra, 17/34).

    – Emaneti sahibine veriniz (Bakara, 2/283).

    – Allah emanetleri sahiplerine vermenizi emreder (Nisa, 4-58).

    – Adil olunuz (Maide, 5/8).

    – Affediniz, bağışlayınız (Bakara, 2/109, Nur,24/22).

    – Sabırlı olunuz (Ali İmran, 3/200).

    – Şükrediniz (Bakara, 2/152,172).

    – İtaatkar olunuz (Nisa, 34/92).

    Bunların zıtları yalan, caymak, hıyanet, zulüm, intikam, acelecilik,nankörlük ve isyankarlıktır. Bu tür ahlâk kaideleri, Kur’an’da vehadislerde çeşitli şekillerde ifade edilmiş, zıtları da yasaklanmış veharam kılınmıştır. Bu ahlâk kuralları şu şekillerde dine bağlanmıştır:a) Emir şeklinde: Emaneti sahibine veriniz. b) Emreder ifadesi: Allahemanetleri sahiplerine vermenizi emreder. c) Sevgiye bağlama: Allah dürüstolanları sever, Allah dürüst olanlarla beraberdir. (Allah’la birliktelik).d) Ahlâk kurallarına sevap, cennet ve ebedi mutlulukvaat etmek. Ahlâk dışı davranışları ise Allah’ıngazabı, cezası, azabı ve cehennemle tehdit etmek, günahkar olduklarınıvurgulamak. e) Bizzat Allah; adil, şükreden, sabreden ve affedendir. Kullarınında böyle olmalarını ister. Buna; Allah’ınahlâkıyla ahlâklanmak denir. Görüldüğü üzere, İslâm’daahlâk kuralları dinin özünü oluşturur. Bu anlamdaahlâkla dini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Hatta namaz, oruç, hac,zekat, fitre, sadaka ve kurban gibi ibadetlerin bir ahlâkî yönü de vardır.Mesela, Kur’an, “Şüphesiz kinamaz kötülüğe ve arsızlığa engel olur” (Ankebut, 29/45) buyurur. İbadetlerahlâklı insan tipini vücuda getirmenin en etkili yollarındandır. Ahlâkkurallarına uymak sevap, uymamak ise günahtır. Bu bakımdan, İslâm’daahlâki hükümlere uymak ibadettir. Veya ibadet gibi sevaptır.Ahlâk kurallarına uymak veya uymamak ödül ve ceza bakımından hem Allahinancına, hem de ahiret inancına bağlanmıştır.

    Nitekim, “Allah’a ve ahireteinanan bir kimse ya hayır söylesin veya sussun”buyrulmuştur. (Buhari, Edeb, 31) İslâm’da ahlâk ile din bu kadar içiçedir.İslâm bir itikat ve ibadet dini olduğu kadar bir ahlâkdinidir. Kur’an ve hadislerde ifadeedilen ahlâk anlayışının aynısı, insanın doğasındave yapısında da mevcuttur. İslâm’dakiahlâkın iki ayağı, iki kaynağı şunlardır: İnsandoğası ve vahiy.

    İslâm ahlâkı akaid ve ibadet kadar; hukuk, siyaset ve iktisatla da içiçedir.Özellikle hukuki/fıkhi hükümler aynı zamanda birer ahlâki kurallardır.Haklarla ahlâk kuralları geniş ölçüde örtüşür. Her haksızlık aynızamanda bir ahlâksızlıktır. Her ahlâksızlık da bir haksızlığı içerir.Zaten Kur’an’da ve hadiste itikat,ibadet, ahlâk, fıkıh, siyaset ve iktisat ayrımı yapılmamış,çoğu zaman bu konularla ilgili hükümler, birlikte -yan yana ve içiçe-zikredilmiştir.

    Ahlâk Alanındaki Çeşitli Çalışmalar

    Hz. Peygamberin vefatından yaklaşık bir asır sonra, söz konusudisiplinlerde bir ayrışmanın meydana gelmeye başladığını görmekteyiz.Bu dönemde bazı alimler Kur’an vehadislerde geçen inanç ile ilgili ifadeleri inceleyerek kelam, usul-i din,ilm-i tevhid, akaid ve fıkhı-ı ekber gibi isimlerverilen birer ilim dalı meydana getirirken, diğer bazı alimler de fıkıh/hukuküzerinde çalıştılar. İbadetleri de fıkıh kapsamında gördüler. Zahidve sufiler ise manevi hayat için ibadet ve ahlâkı esas aldılar. Böylece ahlâkikonular ilk olarak mutasavvıflar tarafından incelendi, irdelendi, yorumlandıve tasavvuf kitaplarında yer aldı. Gerçi, hadis kitaplarında ahlâkikonulara özel bölümler ayrılmıştı; ama bu bölümlerde sadece derlenenrivayetler kaydedilmiş, başka bir şey yapılmamıştı. Diğer taraftan kıssacılar(kussas), müzekkirler dediğimiz vaizler, ahlâkla ilgili ayet ve hadisleri sözlüolarak açıklamışlar, bunlardan bazıları bu konuda eserler de yazmışlardı.Ama bütün bunlar birer pendname ve nasihatname olmaktan ibaret kalmıştır.

    Hicri II. Miladi VIII. yüzyıldan sonra, ahlâk alanında dikkate değer birgelişme de felsefe alanında görüldü. Helen/Grek felsefesi Arapça’yatercüme edilince, öteden beri filozofların üzerindedurdukları ve çalıştıkları etik, yani felsefenin ahlâkla ilgili bölümüde İslâm toplumunda tanınmaya başlandı. Filozofların ahlâkla ilgili görüşleriiçin şu eserlere bakılabilir. Farabi, Tahsilu’s-saade,(Haydarabad, 1345); Farabi, et-Tenbih ala sebili’s-saade, (Haydarabad, 1346);Ebu’l-Hasan el-Amiri, es-Saade ve’l-is’ad, (Wiesbaden, 1957); İhvanu’s-safa,Resail, (Beyrut, 1957); İbn Sina, Risale fi’s-saade,(Haydarabad, 1354); Risale fi ilmi’l-ahlâk, (Hayrabad, 1954); İbnMiskeveyh, Tehzibu’l-ahlâk, (Kahire,1320).

    Bu dönemde, İslâm medeniyetinde ahlâk, felsefeninde etkisi ve katkısıyla ayrı bir disiplin halinde ortaya çıkmaya başladı.Böylece, Müslümanlar felsefi anlamda ahlâk, saadet, fazilet, rezilet, iyi vekötü gibi kavramlarla tanıştı. Kur’anve hadisteki ahlâki hükümler ve kavramlar, felsefi ahlâkınetkisiyle yorumlanmaya başlandı. Bu durumu, Gazali ve İbn Arabi gibi büyükmutasavvıfların eserlerinde görmek mümkündür. Nasiruddin Tusi’nin(ö. 672/1272) Ahlâk-ı Nâsiri’sinde;Adudiddin İci’nin(ö. 756/1355) Ahlâk-ı Adudiye’sinde;Celaleddin ed-Devvani’nin (ö. 908/1502) Ahlâk-ıCelali’sinde; Hüseyn b. Ali el-Kaşifi’nin(ö. 910/1504) Ahlâk-ı Muhsini’sinde;Kınalızade Ali Efendi’nin(ö. 979/1572) Ahlâk-ı Alai’sindeve benzeri eserlerde bu durum açıkça görülür. Bu türahlâk kitapları ayetlere, hadislere, mutasavvıf ve hükemanın görüşlerinegeniş yer verir ve bütün bunların bir sentezidir. Bu çalışmaların, ahlâkınayrı bir inceleme alanı ve disiplin haline gelmesinde etkisi büyük olmuştur.

    Maverdi’nin Edebu’d-dünyave’d-din adlı eseri (Kahire, 1973), önemli bir ahlâkkitabıdır. Attar’a nispet edilenPendname ise manzum bir nasihatnamedir.

    Kelam, fıkıh, tefsir ve hadis alimlerinden daha çok,mutasavvıflar ahlâk meseleleri üzerinde durmuşlardır. İlk sufilerden HarisMuhasibi, Hakim, Tirmizi eserlerinde ahlâk konularına geniş yer ayırmışlardır.Kelabazi’nin et-Taarruf’u;Es-Serrac’ın el-Luma’ı;Ebu Talib Mekki’nin, Kutu’lkulub’u; Hace Abdullah Ensari’nin Menazilu’s-sairin’i; Kureyşi’ninRisalesi; Hücriri’nin Keşfu’l-mahcuh’u ve Gazali’nin İhya’sıVI/XII. asra kadar yazılmış olan ahlâk ağırlıklı tasavvufi eserlerdir.Tasavvufta bu gelenek günümüze kadar gelmiştir. Risale ve ihya geniş ölçüdeahlâki meseleleri konu aldıkları halde, ayrıca ahlâka özel bir bölüm deayırmışlardır.

    Buraya kadar anlatılanları dikkate alarak, İslâm kültüründeki ahlâkîçalışmaları ve eserleri şöyle sınıflandırabiliriz.

    a) Kur’an ve sünneti, Araplarınörf ve adetleriyle kaynaşan, Arap ahlâkını esas alan çalışmalar veeserler. Hadis kitaplarında bu tip ahlâka geniş yer ayrılmıştır. Abdullahİbn Mübarek ile Ahmed b. Hanbel’inKitabu’z-zühd adını taşıyan eserlerinde de böylebir ahlâk anlayışı işlenmiştir. Kıssacıların, müzekkirlerin vevaizlerin işledikleri ahlâk da buna dahildir. Selef mezhebini benimseyenler,İslâm ahlâkı dedikleri zaman, bunu kast ederler. Bu ahlâk Kur’an’a,sünnete, sahabe, tabiin ve etbau’t-tabiinin sözlerine ve fikirlerine, Arapörf ve adetlerine dayanır. Gelenekçi bir karakteresahiptir.

    b) Tasavvufi ahlâk, Kur’an vehadisi esas almakla beraber rivayetlerden, nakillerden, örf ve adetlerden çok;sufilerin manevi tecrübelerini, dini yaşayışlarını, ahlâk konularıylailgili özgün açıklamalarını esas alan bir ahlâktır. Bu ahlâkta menkıbelerinçok önemli bir yeri vardır. Gelenekçi ve tasavvufi ahlâk eserlerindeisrailiyata da yer verilir.

    c) Felsefi ahlâk, El-Kindi, Farabi, İbn Sina ve İbn Miskeveyh gibifilozofların ve İhvanu’s-safa’nın üzerindedurdukları Helen/Grek geleneğine bağlı bir ahlâktır.

    d) Nasuriddin Tusi, Celaleddin Devvani, Adudiddin İci ve Kınalızade AliEfendi’nin ahlâkla ilgili eserleride geniş ölçüde felsefi ahlâkın etkisi altındadır. Bu eserlerde ahlâkilmi, “ilm-i tedbir-i menzil” (ev ekonomisi, aile yönetimi) ve “ilm-itedbir-i müdün” (ülke yönetimi) üzerinde durulur. Bu eserlerde felsefeninameli hikmet bölümü işlenmiştir. Bu eserlerden bazıları tasavvufi ahlâktanda geniş ölçüde etkilenmişlerdir.

    Burada bahis konusu edilen eserlerde, genellikle ahlâk ilkeleri ve kurallarıüzerinde durulmuştur. Toplum hayatında var olan ahlâktan çok, var olmasıgereken ahlâk anlatılmıştır. Teorik ahlâk ile fiili hayattaki ahlâk arasındakiher zaman fark olmuştur. Fiili hayattaki ahlâk ve uygulamaları daha çok; Cahız’ın,El-Beyan ve’t-tebyin, (Kahire I-IV,1958); İbn Kuteybe’nin,Uyunu’l-ahbar, (Kahire, 1925, I-IV); İbn Abdilber’in,el-İkdu’l-ferid,(Kahire, 1973, I-VII); Nuveyri’nin, Nihayetu’l-ereb, (I-XVIII, Kahire,1975-85) gibi eserlerinde bulmak mümkündür. Ahbar ve Muhadara adıverilen eserler, toplumun ahlâk anlayışını ve uygulamalarını en iyi şekildeyansıtan aynalar gibidir.

    Görüldüğü üzere, geniş İslâm coğrafyasında yaşayan çeşitlikavim ve halkların, uzun asırlar boyu uygulaya geldikleri ahlâk anlayışları,başta bu kavim ve halkların İslâm öncesi inançları, adetleri ve kültürleriolmak üzere, pek çok tarihi, sosyal ve kültürel faktörün etkisiyle oluşmuştur.Buna rağmen her zaman İslâmî bir renk de taşımıştır.

    Ahlâkın Tarifi

    Genel olarak, İslâm aleminde ahlâk şöyle tarif edilir:

    Ahlâk, nefiste hasıl olan köklü bir hey’et/yapılanmaolup, bu sayede fiiller düşünüp taşınmaya ihtiyaç kalmadan, rahat vekolay bir şekilde meydana gelir. (bk. Gazali, İhya, III, 51; İbn Miskeveyh,24). İnsan nefsî/ruhu belli bir alışkanlık kazanır. Buna nefsin hey’etiveya hâli veyahut da şekli denir. Bundan maksat nefsin belli bir biçim almasıve belli bir tarzda yapılanmasıdır. Duruma ve yapılanmanın niteliğine göreiyi veya kötü davranışlar, kendiliğinden denilecek kadar kolay bir şekildebu yapıdan meydana gelir.

    Ahlâk kelimesi çoğuldur. Tekili huluk’tur. Genellikle insanınbedenine ve bedeni şekline halk, nefsine ve ruhuna (ruhi şekline) huluk denir.Diğer bir deyimle insanın görünen suretine hulk, görünmeyen suretine hulukdenir. Birine suret, diğerine siret denildiği de olur.

    Huluk tabiat ve seciye, yani doğa ve karakter demektir. Farsça’dave Türkçe’de huy denilen şey de budur. İnsanın gözle algılanan biçimine(hey’et, şekil, suret, vaziyet) hulk; basiretle algılanan manevi biçiminehuluk denir. (Ragib, Müfredat, Kahire, 1961, 158; Asım Efendi, Kamus trc. III,837) Huluk kelimesi, bir yerde ahlâk/huy, diğer bir yerde adet ve uydurmaanlamında olmak üzere, Kur’an’da iki yerde geçer (Kalem, 68/4; Şuara,26/137)

    Haslet (çoğulu hısal), insanda yoğunlaşmış ve yerleşmiş bir haldebulunan, fazilet ve meziyete ya da rezilet ve kusura denir. Fakat daha çokfazilet için kullanılır. (Asım Efendi, III, 1271)

    Hallet (çoğulu hilâl) huy ve haslet demektir.

    Seciye (çoğulu secayâ) da huy ve karakter demektir.

    Adet (çoğulu: Avâid, adât) itiyad, ülfet, alışkanlık, alışkıdemektir. Etik kelimesinin kökü olan ethos da bu anlama gelir.

    Cibillet, cibilliyet ise yaratılış, tabiat, fıtrat, tînet ve maya anlamınagelir.

    Bu kelimeler üzerinde durmamızın sebebi, bugün, ahlâk terimiyle ifadeettiğimiz kavramın gerek Kur’an ve hadiste, gerek dini literatürde, gereksegünlük konuşma dilinde bir çok terimle ifade edilmiş olmasıdır. Toplumuve bireyleri yakından ilgilendiren ahlâkla ilgili terimlerden her biri ayrıcabu kavramın bir yönüne de vurgu yapmaktadır.

    Fiil ve Terk

    Ahlâkın konusu, insanların başkalarıyla ilgili olan iradeli fiilleridir.İradesiz ve başkalarını ilgilendirmeyen fiiller, ahlâki bir nitelik taşımaz.İnsanların sözleri de fiilleri kapsamına girdiğinde, ahlâkın konusu olur.Ayrıca başkalarını olumlu ya da olumsuz şekilde etkileyen insanların tavırları,tutumları, halleri ve vaziyet alışları da ahlâkın konusuna girer. İnsanlarınfiilleri ve yapıp ettikleri şeyler ahlâkın konusuna girdiği gibi, yapmadıklarıbazı şeyler de ahlâkı ilgilendirir. Sokakta kalmış bir bebeğe ya da acındanölmek üzere olan birine veya yaralı ve hasta birine yardım etmemek gibi. Şuhalde insan, ahlâki açıdan hem yaptıklarından hem de yapmadıklarındansorumludur. Ahlâk hem fiil hem de terkle ilgilidir. Yapılmaması gerekeniyapmak kadar, yapılması gerekeni yapmamak da ahlâkın konusudur.

    Ahlâk ve Huy Değişir mi?

    Ahlâk ve huy dediğimiz şeyin değişken olup olmadığı, onun doğuştanve irsi (genetik) olup olmadığına bağlıdır. İbn Miskeveyh’e göre,huyların bir kısmı insan yapısının temelinden gelir.Bir kimsenin fazla korkak ve güleç olması gibi. Diğer bir kısmı âdet vealışkanlıkla kazanılır. İnsan bir şeyi düşünüp taşınır, sonra onusürekli olarak yaparsa, o şey, onun melekesi ve huyu haline gelir. Gazali veİbn Arabi de değişen-değişmeyen, doğuştan edinilen huylar ayrımınıyaparlar.

    Doğuştan gelen mizaç/huy değişmez. Ama âdet ve alışkanlıkla edinilenhuylar değişir.

    Bazılarına göre huyların doğuştan olup olmaması söz konusu olmaz. Herinsan âdet, alışkanlık, tekrar, idman ve eğitim yoluyla kısa veya uzun süredeaz çok huyunu değiştirebilir, yeni huylar kabul edebilir. Çünkü, insanyeni huylar kabul etmeye müsait bir varlıktır.

    Stoacılar/Revakiyyun, bütün insanların doğuştan temiz ve iyi olarak doğduklarını,sonra sosyal çevrenin onları kirlettiğini ve kötüleştirdiğini savunmuşlardı.

    Bazı filozoflara göre, insanlar doğuştan kötüdürler ancak, öğretimve eğitim yoluyla iyi hale gelirler. Fakat, bazıları çok kötü olarak dünyayageldiklerinden, onları ıslah ve terbiye etmek mümkün olmaz.

    Calinus (Galen), insanları üçe ayırır: Doğuştan iyi olanlar, doğuştankötü olanlar, bu ikisi arasında bulunanlar. İkisi ortası bir durumdabulunanların huyları iyi veya kötü yönde değişebilir. (İbn Miskeveyh,Tehzibu’l-ahlâk, Kahire, 1320,24-26)

    Genellikle, Müslüman alimler doğuştan gelen ve değişmeyen,edinilen ve değişebilen şeklinde huyları ikiye ayırırlar (Gazali, İhya,III, 54), (bk. İbn Arabi, el-Fuhatu’l-mekkiyye,II, 309) Bunlara göre insanın hilkatinde, fıtratında,cibilliyetinde, tabiatında, mizacında, seciyesinde, tînetinde, hamurunda vemayasında bulunan ve doğuştan gelen bazı huylar genetiktir, irsidir. İnsanbedeninin, nasıl belli temel nitelikleri varsa ve bunlar doğuştan geldiği içindeğiştirilemiyorsa, insan ruhunun da doğuştan gelen belli bir şekli vardırve bu kökten değişmez. “Allah’ınyaratışında değişme yoktur”(Rum, 30/30); “…Rabbimiz herşeye hilkatini varoluş şeklini ve özelliğiniveren, sonra da doğru yolu gösterendir” (Taha, 20/50); “Rab takdir edipyol göstermiştir…” (A’la, 87/3) Bu ayetlerde, huyun özünde değişmeyenyönüne işaretler vardır.

    Ama, bunun kısa veya uzun bir süre içinde, az çok ıslah ve terbiyeedilmesi, doğuştan gelen renginin, tonunun farklı hale getirilmesi mümkündür.Sonradan edinilen ve kazanılan huylar ve âdetler ise eğitim ve öğretimle, süreklialıştırma çalışmaları ve tekrarlar yaparak değiştirilebilir. Bitkilerve hayvanlar bile eğitimle az çok değiştirilip ıslah edilirken, insanlarınte’dib, terbiye ve riyazet yoluyla ıslahedilemeyeceğini söylemek doğru olmaz. Islah suretiyle arpayı buğday, buğdayıarpa haline getirmek mümkün olmaz ama, daha iyi ve daha nitelikli arpa ve buğdayüretmek mümkündür; aşı ile daha iyi meyve alındığı gibi. İnsandakiarzu ve öfke gibi temel eğitimlerin kökten değiştirilmesi veya yok edilmesimümkün olmaz. Ama, ıslah edilmesi, iyileştirilmesi, güzel ve faydalıhedeflere yönlendirilmesi mümkün olur. İnsan doğuştan sahip olduğu huy veyeteneklerini, iyi ya da kötü işlerde kullanabilir. Cesaret ve cömertlikhuylarının, iyi ya da kötü maksatlarda kullanılması gibi, huyların değiştirilmesindençok iyileştirilmesi ve güzelleştirilmesi önemlidir. Şehvet denilen bedeniarzular, esas itibariyle kötü değildir. Kötü olan şehvetin meşru olmayanve kontrolsüz bir şekilde bulunmasıdır. Meşru şekilde ve kont-rollüolarak arzularını karşılaması ise iyidir. Hatta faydalı ve gereklidir.

    İyi Ahlâk Nasıl Kazanılır?

    Gazali’ye göre iyi ahlâk sahibiolmanın yolları şunlardır:

    a) İlahi bir lütuf olmak üzere, bazı insanlar, doğuştan iyihuyludurlar. Peygamberler böyledirler. Doğuştan ve tabiattan gelen bazı güzelhuylar, çalışılarak da kazanılabilir. Bazıları doğuştan cömerttir, bazılarıçalışa çabalaya cömertliği huy edinebilir.

    b) Riyazet ve mücahede ile yani sıkı bir idman ve disiplinle, iyi huylarve güzel ahlâk edinmek mümkündür. İnsan cimri ise bunun kötülüğünü,cömert olmak gerektiğini düşünerek kendini cömertliğe zorlar, nefsine ağırgelse de sevdiği malları infak etmeye çabalar. Bunu zoraki bir şekilde yapayapa gönüllü olarak yapma, daha sonra da zevkle yapma aşamasına ulaşır. Böylececömertlik onun huyu haline gelir. Kibirli bir kişinin, mütevazı olmasınınyolu da budur. Bu bakımdan ahlâk, sanatlara ve ilimlere benzer. Temrinler,idmanlar, tekrarlar ve alıştırmalar güzel huyların edinilmesinde ve birmeleke haline gelmesinde çok önemlidir.

    Fazilet

    İslâm ahlâkçıları, iyi huylara güzel ve övülmüş, kötü huylara daçirkin ve yerilmiş huylar derler. İyi ahlâk, akıl ve şeriat tarafından övülmüşve güzel görülmüştür. Kötü ahlâk da aklen ve şer’ankötülenmiş ve çirkin görülmüştür. İyi ahlâka ve huylarafazilet/erdem, kötülere de rezilet/aşağılık huylar denir. Genelliklefazilet, iki kötü huy arasındaki huy diye tarif edilir (orta yol = mesotes).Buna ifratla tefrit asasındaki itidal da denir. Mesela israf ifrat, cimriliktefrittir. İkisi arasındaki cömertlik ise itidaldir. Diğer bir ifadeyleisrafla cimrilik rezilet, cömertlik fazilettir. Kur’an’da da bu husus böylekabul edilmiştir (bk. İsra, 17/29, 26, 27). “İşlerinen hayırlı olanları orta olanlarıdır”mealindeki hadiste de bu husus dile getirilmiştir. İtidal, ölçülü dengelive makul davranıştır.

    Sözlükte fazilet; fazlalık ve artık olmak anlamına gelir. Bunun zıddıkusur ve noksanlıktır. Meziyet de fazilet anlamındadır (Asım Efendi, Kamustrc. IV, 27, 1179). İnsanların davranışları hayvanların davranışlarınagöre bir fazlalık, bir üstünlük ve bir mükemmellik/kemal gösterdiğinden,fazilet ve meziyet insanlara özgü bir şeydir. İnsanların fiil ve amelleride iyi ve mükemmellikte birbirinden farklıdır. Şu halde, her insan aynıderecede faziletli değildir. Faziletin çeşitli dereceleri vardır. Fazilettenyoksun insanlar da vardır ve bunların da çeşitli dereceleri vardır. İnsan,faziletli olduğu ölçüde hayvanlardan üstün, faziletten mahrum olduğunispette hayvanlara yakındır. Kur’an’da bazı kişilerin;hayvan gibi, hatta daha aşağı (A’raf,7/179) şeklinde nitelenmesi bundandır.

    Fazilet, tekrar ve idmanlarla, iyi huyların ikinci bir tabiat halinegetirilmesi şeklinde tanımlandığı gibi, “fazilet, daha mükemmel olanaulaşmak için sürekli çabalamaktır” şeklinde de tanımlanmıştır. Kısacafazilet, aklen ve şer’an iyi olan huyları, âdet veitiyat haline getirmektir. Ahlâk ilminin gayesi de iyi ve kötü huyları tanıtmak,kötü huylardan sakındırmak, iyi huylara özendirmek, böylece fazileti geçekleştirmekve insanı kemale/erginliğe erdirmektir. Fazilet/virtue (erdem), bir çok düşünüregöre, insan hayatının gayesidir. Faziletli insan namuslu, dürüst, hayırsever,fedakar ve diğerkam insandır.

    Hayatın gayelerinden en önemlisi kamil/ergin insan olmaktır. Mutlakkemal/erginlik Hak Teala’ya özgüdür. İnsan Allah’ınahlâkıyla ahlâklandığı, onun vasıflarıyla vasıflandığı ölçüde birkemal sahibi olur. İlahi kemalden pay alır. Mesela, Allah merhametli, adil,hakim, alim… vs.’dir. İnsanbu niteliklere sahip ola ola ve sahip olduğu oranda İlahi kemalden pay alır.Allah’ın güzelisimlerinin mazharı olmak önemli bir amaçtır.

    Mutluluk

    Eskiden beri bir çok düşünür ve ahlâkçı, hayatın gayesininmutluluk/saâdet olduğunu, ahlâki davranışları bu amacın belirlediği görüşündedir.Mutluluk/evdemonizm (evdaimonia, saâdet) ahlâki davranışların nihai hedefiolarak mutluluğu alır. İnsan niçin erdemli, namuslu, dürüst, samimi veiyilik sever olmalıdır sorusunun cevabı; “mutluolmak için” şeklindedir. Ancak, ahlâklı ve erdemli insanlar, mutlu vebahtiyar olurlar. Ahlâk dışı ve rezilane bir hayat yaşanlar ise şaki/bedbahtolurlar. Aristo’ya göre; sağlık, servet, dost, saygınlık,başarı ve doğru düşünmek saadet sebepleridir. İnsan, bu tür saadetsebepleri kendisinde mevcut olduğu ölçüde mesut olur. Bunların hepsi mevcutolursa tam anlamıyla mesut olur. Aristo’nunen yüce iyi (hayr-ı a’la,summum bonum) dediği şey mutlulukla örtüşür. Yani,saadet en yüce hayırdan ibarettir. (bk. İbn Miskeveyh, 60, 63)

    Aristo’dan evvelki Pitagoras,Sokrat, Eflatun ve Hipokrat ise, fazilet ve saadeti insan nefsinde görüyorlardı.Onlara göre mutluluk, ahlâkın temelini oluşturan hikmet, şecaat, iffet veadaletin insan nefsinde dengeli bir şekilde mevcut olmasından ibarettir.

    Gazali’ye göre, nihai saadetkulun Allah’a yakın olmasıdır. Bu da imkan ölçüsündeerginlik kazanmakla olur. Hakiki saadet de ahiret saadetidir (Mizanü’l-amel,Kahire, 1964, s. 293-304). Benzeri bir görüş Eflatun’da da vardır(A. Weber, Felsefe Tarihi, İst. 1964, s. 64).

    Epikuros’un (ö. M.Ö. 270) ahlâkı,haz-elem esasına dayanıyordu. Ona göre, en yüksek iyi hazdır. Ancak, bu hazaşağı ve geçici değil, yüksek ve kalıcı olan ruhî ve aklî hazdır. Buda derin bir sükunetten ve engin bir huzurdan kaynaklanır. Eleme ve acıyasebep olduğu için aşırılıktan kaçınılmalıdır. Kalıcı haz için, geçiciacıya katlanılabilir. Tedavi için acı bir ilaç içmek gibi. Fazilet, kişiyimutlu kılan ve mutsuzluktan koruyan bir maharet ve nezakettir.

    Epikuros’un hazcı(hedonizm) ahlâk anlayışından, bedensel ve aşağı (şehvani, süfli)arzulara büyük önem veren, keyifçi bir ahlâk anlayışı doğmuştur.Kelbiyyun (kinikler)’de olduğugibi.

    Haz ve elem; bütün dinler, özellikle semavi dinler bakımından önemlidir.Çünkü, yüce Allâh, dini hükümlere ve ahlâk kurallarına uyanlara, dünyadave ahirette, türlü türlü bedensel, ruhsal zevkler ve hazlar, bunlarauymayanlara da elemler ve azap vereceğini açıklıyor. Fakat, semavi dinlerinöncelikli hedefi haz, huzur ve sükun değildir. Allah’ınrızasını ve yakınlığını kazanmak daha önemlidir.

    Zenon’un (ö. M.Ö. 260) ahlâkanlayışı, iradeci/volontarist’tir.Hakimane yaşamak hayatın gayesidir. Biri teorik/nazari, diğeri pratik/ameliolmak üzere iki türlü hikmet vardır ve ikincisi birincisinin amacıdır.Pratik fazilet, en yüksek derecedeki fazilettir. Çıkarcı olmayan fazilet kişiyibahtiyar eder.

    Felsefede etik/ahlâk, en uygun, en doğru insan davranışını, bununsonucunda kazanılan fazileti ve saadeti araştırır. İslâm’dan önceki dönemde,filozoflar ahlâk konusunda son derece doğru, iyi, güzelve faydalı tahliller ve tespitler yapmışlardır. Bunların güzel şeyleroldukları, Gazali ve İbn Teymiye gibi Müslüman düşünürler tarafından daifade edilmiştir. Ancak, bu iki alime göre, filozoflar o güzel fikirleripeygamberlerin mirası olan kültürlerden derlemişlerdir. Durum ne olursaolsun, Müslüman düşünürlerin felsefi ahlâka bu şekilde bakmaları, Müslümanlarıngeniş çapta bundan etkilenmelerine yol açmıştır.

    Yukarda anlatılan hususlar göz önünde tutularak, bütün Müslümantoplumların çeşitli çağlarda değişik kültürlerden, felsefisistemlerden, örf ve âdetlerden gelen ahlâk anlayışlarından etkilendiklerisöylenebilir. Özellikle, Müslüman halkların, Müslüman olmadan önceki ahlâkanlayışlarını, örf ve âdetlerini az çok değiştirerek sürdürdükleribir gerçektir. Müslüman kavimler ve çeşitli bölgelerde yaşayan halklararasında görülen kavmi özellikler ve karakterler, örf ve âdet farklılıklarıbunu göstermektedir. Aslında, Kur’anve sahih hadislerde ifadesini bulan, İslâm ahlâkınıntemel ilkeleri, ilahi ve evrensel olmakla beraber, bu ilkeler, Arap toplumundankaynaklanan bir renk de taşırlar. Şöyle ki, Kur’ander ki:

    – “Affı al, örfle emret”(Araf, 7/199).

    – “Sizden, hayra davet eden marufu, emir, münkeri yasaklayan bir ümmet çıksın”(Ali İmran, 3/104).

    – “Evladımnamazı kıl, mu’rufu emr ve münker’imenet” (Lokman, 31/17).

    Burada geçen örf; bilmek, tanımak iyilik, ikram, atınyelesi ve koku gibi anlamlara gelir. “Marufyol, fiil ve amele ıtlak olunur ki, akıl ile idrakolunup ve şer’ onu tahsin eyleye vemünker akıl ve şer’inkabul etmeyip inkar eylediği amelden ibarettir”(Asım Efendi, Kamus trc. III, 763, 674). Aklen ve Şer’angüzel olarak bilinen şeye maruf, kötü olana münker denir (Rağib, Müfredat,331).

    İslâm ahlâkının esasını maruf ve münker, iyi ve kötü kavramları teşkileder. “Marufu emr münkeri nehy”, temel bir ahlâk ilkesidir. Bir mümin,ma’ruf olana önce kendisi uyar, sonra buna uymayı başkalarındanister. Münkerden, önce kendisi kaçınır, sonra bunu başkasından ister.Aksi halde; “niçin yapmadıklarınızısöylüyorsunuz” (Saff, 61/2), “Başkalarınaiyi olmayı emredip kendinizi unutuyorsunuz” (Bakara 2/44), kınamasınamuhatap olur.

    Ma’ruf/iyi ve münker/kötü; önceaklen, sonra şer’an iyi veya kötü görülen şeydir. Ancak, burada akıldanmaksat, kişisel akıl, bireysel görüş değil; akl-ı selim, ortak akıl vekamu vicdanıdır. Bir toplumu oluşturan bireylerin ortaklaşa iyi dedikleri şeyiyi, kötü dedikleri şey kötüdür. Burada çıkarcıların, bencillerin veihtiraslı kişilerin bir şeye iyi veya kötü demeleri önemli değildir. İnsannefsi, çoğu zaman kötüyü iyi gösterir ve onun yapılmasını emreder (bk.Yusuf, 12/53). Sübjektif, hissi, keyfi ve indi hükümler çoğu zaman ahlâkilkelerine ters düşer; nefsine düşkün bir kişi, ahlâki anlamda iyiyi ve kötüyüayırt edemez.

    Her toplum gibi, İslâm’dan önce de, Hicaz Araplarınınbir ahlâkı vardı. Bu ahlâk, kamu vicdanının iyi olarak kabul ettiği örfedayanıyor ve buna uyan insanlar, iyi ve erdemli kişiler sayılıyordu. Bu ahlâkınne kadar önemli ve değerli olduğunu anlamak için şu hadise bakmakyeterlidir.

    Hz. Peygamber, ilk defa vahiy gelince, endişelenmiş ve titremeye başlamıştı.O zaman Hz. Hatice onu şöyle teselli ve teskin etmişti. “Müjdesana, Allah seni hiçbir zaman mahcup etmeyecektir. Çünkü, akrabalıkilişkilerini iyi götürüyor, hep doğru konuşuyor, darda kalanların yükünüçekiyor, yoksullara yardım ediyor, misafirleri ağırlıyor, felakete uğrayanlaradestek oluyorsun (Buhari, Bed’u’l-vahy,3; Müslim, İman, 252). Görüldüğü gibi, bahis konusuahlâk ilkeleri ve benzerleri, Araplar tarafından bilinmekte ve kabul görmekte.Buna uymayan kötülükler ise, reddedilmekte idi. İşte örf ve maruf denilenşey, kamuoyunun ve ortak aklın, iyi ve doğru bulduğu, bu gibi hususlardır.Hilfu’l-fudul denilen erdemlilermeclisi de güzel ahlâk sahibi kişilerden oluşuyordu. Hz. Peygambar, “Ben güzelahlâkı tamamlamak için gönderildim”diyor (Muvatta, Hüsnül huluk; Acluni, Keşfu’l-hafa I, 211). Yeni bir ahlâkkurmak için değil, var olan ahlâkı tamamlamak, ikmaletmek ve iyileştirmek için gönderildiğinin altını çiziyor. Gerçekte deputa tapan ve yağmacı bedevi/göçebe bir kavim olan Araplar da bir takım sağlamve etkili ahlâk kuralları vardı. Ve bunlara önemle uyulmakta idi. Hatta buahlâk kuralları, ilkel kavimlerde olduğu gibi, hukuk ve kanun yerine de geçmekteidi. Zaten bedevi ve kapalı toplumlarda örfler ve âdetler son derece önemlive etkili olur. Geniş çapta bireyin ahlâk anlayışını ve davranışlarınıbunlar belirler. Şu bir gerçektir ki, İslâm’ındoğuşuna takaddüm eden yıllarda, Bizans’ınegemenliği altında bulunan Mısır’da,Filistin’de, Suriye’de ve Anadolu’da bulunan, Sasanilerin hüküm sürdükleriırak ve İran’dabozuk, çürümüş ve kokuşmuş bir ahlâk biçimi bulunduğu halde, bedeviAraplarda, onlara nazaran, çok daha doğal, doğru, düzgün ve iyi bir ahlâkanlayışı ve uygulaması vardı. Hz. Peygamber’in Hicaz’dan çıkışında,bu durumun da etkisi vardı.

    Dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da, Hz. Muhammed’inahlâk ilkelerine bağlı oluşunu, Hz. Hatice’nin,O’nun peygamber oluşunun delili olarak görmesi idi. Ahlâk sahibi, dürüstve güvenilir bir kişilik sahibi olmak, mucizelerden daha çok ve daha güçlübir şekilde, Hz. Muhammed’in, Allah’ın elçisi olduğunadelil teşkil eder. Bu da ahlâkın, İslâm açısından, ne kadar önemli olduğunugösterir.

    Burada altı çizilmesi gereken husus şudur:

    İslâm ahlâkının oluşumunda ve biçimlenmesinde, İslâm öncesi Araptoplumunun ahlâk anlayışının ve uygulamalarının, iyi ve kötü (doğru-yanlış,güzel-çirkin, hayır-şer, ma’ruf-münker)kavramlarının etkili oluşudur. Belli bir ölçüde, ma’ruf/iyive münker/kötü kavimlere, toplumlara, bölgelere ve çağlaragöre değişmektedir. Onun için, Kur’anve sahih hadislerde ifadesini bulan İslâm ahlâkı,tetkik ve tahlil edilirken, kavim ve bölgeden, zaman ve iklimden gelen ayrıntılardikkate alınmalıdır. Eğer İslâm ahlâkı, doğru anlaşılması veuygulanması için bu türlü ayrıntılardan ve arızi niteliklerindensoyutlanarak ortaya konulursa, onun evrensel boyutunu, daha doğru olarak görmekmümkün olur.

    Ahlâkın Değişkenliği ve Değişmezliği

    Genellikle, temel ahlâk ilkelerinin ezeli ve ebedi, zaman ve mekan üstügerçekler ve hükümler olduğu, onun için de bu hakikatler ve hükümlerleilgili her hangi bir değişmenin bahis konusu olmayacağı kabul edilir.Mesela, doğru konuşmak ve verilen söze sadık kalmak, her zaman her yerde veher toplumda iyi, doğru ve güzel kabul edilirken; aynı zamanda, bunların zıtlarıolan yalancılık ve döneklik kötü, yanlış ve çirkin kabul edilir. Şuhalde, ahlâk ilkeleri ve kuralları, evrensel ve değişmezdir. Bir kişinin,kavmin ve toplumun iyi olan ahlâkının bozulması ve değişmesi, temel ahlâkilkelerinin değişmesi anlamına gelmez. Temel ahlâk kaideleri geçerliliğini,gerçekliğini, doğruluğunu ve değişmezliğini, niteliğini korumaklaberaber, münferit ve mevzii ahlâk bozulması olgularına her zaman rastlanır.

    Bununla beraber her kavmin, toplumun kendine özgü ve öbürlerinden farklıbir ahlâkı olduğu da bir gerçektir. Eğer, kavimlerin, milletlerin vetoplumların kendilerine özgü ve başkalarından farklı bir kimlikleri, kişiliklerive benlikleri varsa, bunun sonucu olarak, kendilerine özgü bir karakterleri,seciyeleri ve ahlâkları olacağı da aşikardır. Zira, toplumlarınkimliklerini oluşturan unsurların başında, onların ahlâk anlayışları veuygulamaları gelir. Buna göre, ahlâkın değişen bir boyutunun bulunduğunukabul etmek lazım gelir. Zira, kişi ve bireylerin ahlâkları gibi, kavimlerinve milletlerin ahlâkları da az çok bir farklılık gösterir. Ancak, bu farklılık,bir üslup, bir şekil, bir ayrıntı ve bir kapsam meselesidir. Önemli olmaklaberaber yüzeyseldir, derine ve temele inmez.

    Ahlâk kuralları arasında bir hiyerarşi vardır. Bunların çeşitlimertebeleri mevcuttur. Hasenatü’l-ebrârseyyiatü’l-mukarrebin (iyi kişilerin yapmaları halinde sevap aldıkları işleri,daha iyi olanlar yaparsa günaha girerler. Çünkü onlar, daha iyisini yapmayeteneğine sahiptirler ve daha iyisiyle yükümlüdürler) sözü meşhurdur.Mertebeler ahlâkı budur. Birinci derecede temel ahlâk kuralları ile ikinci,üçüncü, dördüncü ilh. mertebedeki ahlâk kuralları değişme ve değişmezlikaçısından aynı durumda değildir. Değişmez nitelikteki temel ahlâkilkelerinden ikinci, üçüncü ve dördüncü ilh. mertebedeki ahlâk kurallarınadoğru gidildikçe değişme imkanı ve ihtiyacı artar. İslâm kültüründeahlâk mertebelerinin ve nezaket kurallarının tümünü ifade etmek üzere “âdâb”terimi kullanılır.

    Ahlâk ve Âdâb

    Âdâb, edep kelimesinin çoğulu olup, her çeşit hatadan sakınmaya ilişkinbilgidir. (Tarifat) yani, her çeşit hayatı bilmek ve bundan sakınmaktır.Her hata, kusur ve kabahat değildir. Onun için kusur, kabahat, suç, günah veharam niteliğinde olmayan hatalar edep/âdâb kavramının kapsamına girer. Âdâbınkapsamı ahlâkı içerir ama, ondan daha geniştir. Her ahlâk edeptir ama, heredep ahlâk değildir. Kapsamı daha geniş olduğundan genellikle ahlâk, âdâbçerçevesinde sunulmuştur. İslâm’da,her çeşit sosyal ilişkiler, bir kurala bağlanmış ve bunlara da âdâbdenilmiştir. Yemek yeme âdâbı, evlilik âdâbı, sohbetin âdâbı, yolculukâdâbı, öğretmenlik âdâbı, öğrencilik âdâbı vs. gibi. Mesela, sefereçıkmadan önce helalleşmek, vedalaşmak, iyi arkadaş seçmek, besmele ve duaile yola çıkmak, erken yola çıkmak, günün serin saatlerinde yolculukyapmak, kafileden uzaklaşmamak, binek hayvanlara iyi bakmak ve benzerihususlar, seferin âdâbındandır. Bu tür âdâb, evrensel olmayabilir, değişebilir,bunlara uyulmaması günah ve ahlâksızlık sayılmayabilir. Edep adı verilenkurallar, insanların işlerini kolaylaştırmak ve toplum düzenini sağlamak içinkonulmuştur. Toplum değiştikçe bunların bir bölümü tamamen veya kısmendeğişebilir. Hayvanlarla yolculuk yapıldığı bir dönemde tespit edilen âdâb,motorlu araçlarla yolculuk yapıldığı bir dönemde, başka türlü olabilir.Âdâb-ı muaşeret, edep ve erkân denilen bu tür kurallar, temel ahlâkilkelerinin tamamlayıcı ve bütünleyici unsurları olarak da kabuledilebilir.

    Muaşeret, âdâb ve nezaket kuralları, toplumdan topluma değiştiği gibi,aynı toplumda, zamana göre de değişebilir. Mesela, bir zamanda edebe aykırısayılan erkeklerin başı açık gezmeleri, başka bir zamanda ve mekanda,edebe aykırı sayılmayabilir. Âdâb, çeşitli kültürlere ve medeniyetleregöre de değişir.

    Âdâb ve terbiye, çoğu zaman ahlâkla özdeşleştirilmiş, edepsizlik veterbiyesizlik, ahlâksızlık şeklinde anlaşılmıştır. Aslında, âdâb ahlâklaiç içedir ama ondan farklı bir şeydir. Din, temel ahlâk ilkelerine bağlıkalmayı farz, bunlara aykırı davranmayı haram sayarken, âdâba uymayıtavsiye etmekle yetinir ve bunun da belli bir şekli üzerinde ısrar etmez. Âdâb,tamamıyla örf ve âdetler çerçevesinde oluşur ve toplumun kabulüne bağlıdır.Ama, gelenekçilik zaman zaman âdâbı, ilahi emirler ve hükümler şeklindealgılamıştır.

    İslâm toplumlarında, tarih boyunca çeşitli ahlâk rüzgarları esmiştir.İlk Müslümanlarda dini, hukuki ve ahlâki hükümler bir ve aynı şeylerdi.Hiç bir ayırım yapmadan, Kur’an ve sahih hadisleri uygulamak, Hz.Peygamberi örnek almak, onların temel hedefi idi.Bununla beraber, örfün belirlediği iyi davranışlara sahip olmak, kötülerindenkaçınmak da, önem verdikleri bir şeydi. Zaten, bunu, onlardan Kur’anistiyordu. Daha sonraki dönemlerde bazı Müslümanlar zühdün,bazıları tasavvufun, bazıları da felsefenin, hikmetin cazibesine kapıldılar.Diğer bazıları da geleneksel ahlâkı titizlikle ve harfiyen sürdürdüler.Bu arada çeşitli kültürlerin ve kadim medeniyetlerin etkisiyle, belli temelahlâk ilkelerini öne çıkaran ahlâk anlayışları da görüldü.

    Sufi Ebu Muhammed Ceriri (ö. H. 321) şöyle diyor:

    “İlk nesil Müslümanlar arasındaki ilişkilerde,dini hükümler esas alınmıştır. Sonra, din inceldi ve riayet edilmez oldu.Sonra, bu tür ilişkilerde vefa esas alındı. Nihayet, vefakarlık da ortadankalktı. Bu sefer, ilişkilerde mürüvvet/adamlık esas alındı. Adamlık daortadan kalkınca, haya/utanma esas alındı. Sonra haya kalmadı. Bu defa,insanlararası ilişkilere, talep ve korku (menfaat temin etmek ümidi, zarara uğramaendişesi) egemen oldu” (Kuşeyri,Risale 455). Ceriri, İslâm’ın ilk üç asrında, ahlâkalanında görülen değişimleri böyle özetlemiştir. Bu tespit eksikolabilir ama, temelde doğrudur. Ahlâk alanında, bu ve benzeri değişikliklergörülmüştür. Fütüvvet ehli, ahiler, melamet ehli, rindler, kalenderler,çeşitli tarikatlara mensup mutasavvıflar, fakihler, muhaddisler, hükemalarfarklı ahlâki eğilimlere ve ahlâk felsefelerine sahip olmuşlardır. Bunlarınahlâk anlayışları da zamanla farklı şekiller göstermiştir.

    İslâm ülkelerinin, Batı’nınetki alanına girmeleri, yeni bir takım ahlâk şekillerinin ortaya çıkmasınasebep olmuştur. Görev ahlâkı deontoloji (Kant), evrimci etik (H. Spencer),pragmatizm (R. Barton), özgür etik (J.P. Sartre), yararcılık, utilitarian(E. G. Moor, R. Rashdall), erekli etik, teleolojik etik, püriten etik, Seküler/laikahlâk immoralizm v.s. gibi. Bu tür ahlâk felsefeleriyle ilgili akımlarneticesinde, iyi Müslüman, kamil mümin ve inançlı adam gibi ahlâkitiplerin yerini laik adam, liberal adam, sosyal demokrat, medeni-uygar insan,aydın kişi gibi tipler almıştır. Batıdan gelen etkilerle üretilen bu türahlâk anlayışları kalıcı değil, geçicidir. Bir çeşit moda ahlâktır.Kısa ömürlüdür. Ayrıca, dini ahlâka ters olduktan başka, çağlar boyuoluşmuş geleneksel ahlâka da aykırı düştüğünden, toplumun tabanındave alt katmanlarında tutunamamıştır. Milli bünyeye ve kimliğe de zıttır.Bununla beraber toplumun bazı kesimlerinde, özellikle, kendini toplumun üsttabakası olarak görenler arasında kabul gördüğünden, halk-aydınlar, yönetilenler-yönetenlerşeklinde bir ayrılığa hatta zıtlığa sebep olmaktadır. Sosyal bunalımıntemelinde yatan etmenlerden biri, ahlâk konusundaki bu zıtlıktır. Bu gün,İslâm toplumlarında görülen bunalımın temelinde yatan sebeplerin başında,ahlâk alanında görülen perişanlık gelir.

    Ahlâk İlkelerinin Kapsamı

    Ahlâk meselesini daha iyi anlamak için, ahlâk kanunu ve kaidesi dediğimiz,ahlâki hükümlerin kapsamına bakmak gerekmektedir. Ahlâk ilkeleri, mutlak vekat’idir ama, aynızamanda külli/tümel olan bu ilkelerin, bir takım istisnaları da vardır. Builkelerin, her toplumda, her yerde ve her zamanda geçerli olabilmeleri, esnekolmalarıyla kabildir. Her toplum, bu ilkeleri kendi kültürüne uydurur.Zaten, bu ilkeler, her çeşit topluma ve onların kültürlerine uyum sağlamayaelverişlidir. Ahlâk ilkelerinin kapsamı konusunu şu misalle açıklamaktafayda vardır:

    Doğru konuşmak, doğru olmak bir ahlâk ilkesidir. Allah bize, doğruolunuz, diye emir verir ve bunun zıddı olan yalancılığı yasaklar. Acaba,mutlak ve kati dediğimiz bu ilkenin istisnaları yok mudur? Eğer varsa, oistisnalar, onu kayıtlamaz ve sınırlandırmaz mı?

    a) Bir hadiste, “harp hiledir”(Buhari, Cihad, 157, Müslim, 18) buyrulmuştur. Hz. Peygamber, Nuaym b.Mesud’a, Hendek Savaşı’nda, ittifak kuran düşman birlikleri arasındapropaganda yapmak ve aralarında ikilik çıkarmak için izin vermişti. Dünyada,savaş halinde olan bütün ordular ve komutanları, karşı tarafı, yanlışbilgi vererek yanıltmak, aralarında ikilik çıkarmak isterler. Bunu yapmayanhiç bir toplum yoktur. Bu ve benzeri durumlarda yalan ve asılsız haberleryayarak, karşı tarafın moralini bozmak ve düşmanı gafil avlamak veyapusuya düşürmek, öteden beri kullanılan taktikler ve savaş hileleridir. Budurum, çok seyrek görülen bir şey de değildir. Rekabet ortamlarında bilebu tür hususlara rastlanır. Satranç gibi oyunlar, karşı tarafı kandırmaesası üzerine kuruludur.

    b) Hz. Peygamber, “İki kişinin arasını bulan,yalan da söylese yalancı değildir”,buyuruyor (Tirmizi, Birr, 26, Ebu Davud, Edeb, 50; Buhari, Sulh, 2; Müslim,Birr, 101). Kavga eden iki kişiyi barıştırmak ve dargın karı-kocanın arasınıbulmak için yalana cevaz verilmiştir (Tirmizi, Birr, 26). Gazali, yalan söylemenin,bazen mübah, bazen vacip/farz olabileceğini söyler (İhya, III, 134). ŞeyhSa’di; “Ortalığı yatıştıran yalan, fitne çıkarandoğrudan iyidir” der.

    İşte doğruluk böylece yalanla sınırlanıyor. Sonuçta, mutlak ve kat’ibir ilke olmaktan, bir bakıma çıkıyor, nispi ve izafibir ahlâk ilkesi haline geliyor.

    İlke olarak haram olan adam öldürme (cihad) ve başkasının malınızorla elinden alma (ganimet), savaş halinde caiz, hatta sevap oluyor. Bütünahlâk ilkelerinde bu tür hususları görmek mümkündür.

    Yüce Allah’ınsıfatları bile böyledir. O rahman ve rahimdir. Rahmet ve merhamet sahibidir;ama, aynı zamanda azap ve gazap eder. “Rahmetimgazabımı geçti”kutsi hadisi, daha çok olan rahmeti, gazabın sınırladığınıifade ediyor. “O kimini aziz, kiminizelil kılar”(muiz ve müzil). Yani, izzet ve zillet birbirini sınırlar.Affedici ve cezalandırıcı oluşu da öyle. Allah’ınahlâkı ile ahlâklanma esas olduğuna göre, ahlâk ilkelerinin kulda damutlak değil, mukayye olacağı aşikardır (bk. İbn Arabi, el-Fütuhatu’l-mekkiyye,Kahire, 1293, II, 319-21). İfrat ve tefrit de ahlâkilkelerini sınırlar. Cömertlik, cimriliğe varmayan tutumluluk (iktisat,kanaat) israfa varmayan eli açık olmaktır. Cimrilik ve israf cömertliğiniki sınırıdır. Ahlâkta ölçülü olmak önemlidir; ama, ölçülülük sınırlanmayıberaberinde getirir.

    Doğru ve iyi dediğimiz ahlâk ilkeleri acaba, haddizatında ve özüitibariyle güzel midir? Yoksa, Allah bunlara uyulmasını emrettiği için mi güzeldir?Meselesinde, Mutezile birinci şıkkı, Eşariler ikinci şıkkı savunmuştur.Mutezile, ahlâk ilkeleri, özünde ve aklen güzel olduğu için Allah bunlarauyulmasını emretmiştir (rasyonel etik) derken, Eş’ariler;“Allah bunlara uyulmasını emrettiği için ve şer’angüzeldir” (etik görecelik), tezini savunmuştur (bk. Gazali, el-İktisadfi’l-i’tikad, Kahire, 1962, s. 85)

    Hz. Peygamber, “Ameller niyetlere göredir” buyurur, ahlâki davranışlardeğerini niyetten alır. Niyetin ve maksadın, iyi veya kötü oluşuna göre,bir amel aynı zamanda hem iyi ve doğru, hem kötü ve yanlış olabilir. Hüsnüniyet önemlidir. Niyet ise sübjektif bir şeydir. Bu da ahlâk ilkelerinin değeriniizafi hale getirir.

    Bununla beraber ahlâk ilkeleri, dini açıdan kesin ve güvenilirdir. Çünkü,iyi niyet ve bu ilkelere kayıtsız şartsız inanılması, onları kesin ve güvenilirhale getirir. Ahlâk duygusunun ve bilincinin fıtri ve cibilli/tabii oluşu dabu durumu pekiştirir.

    Köylü-Kentli (Bedevi-Hadari) Ahlâkı

    Göçebe toplumlarla yerleşik toplumlar arasında, sosyal yaşayış ve kültüreldeğerler bakımından çok önemli farklar bulunduğuna, ilk defa ciddi ve ilmibir biçimde İbn Haldun dikkat çekmiştir. Göçebe ve konar-göçer (bedevi)dediğimiz toplumların, medeniyet/umran açısından, pek çok türleri bulunduğugibi, yerleşik toplumların da bir çok türleri vardır. Bunların, medenilikve kültürel durumları birbirinden farklı olduğundan örf, âdet, tahammülve töreleri bunlara bağlı olarak da ahlâkları, az çok birbirinden farklıdır.

    İbn Haldun, göçebe/bedevi toplumların hayra, iyiliğe, fazilete ve güzelahlâka; yerleşik/hadari toplumlardan daha yakın olduklarını söyler. Vebunu da fıtrata, tabiata yakın olmaları, bu yüzden de bozulmamış olmalarıylaaçıklar. Yerleşik/kentli toplumlar ise, maddi refah, lüks hayat ve yapay şeylerledoğadan ve doğallıktan uzaklaşır ve kirlenirler. Böylece şehirde ahlâkbozulur (Mukaddime, Kahire, 1958, s. 4744). Kırsal hayat duyguyu, şehir hayatızekayı geliştirir. Duygu saf, masum ve temiz; zeka ise hilekardır. Onun için,kırsal kesimde yaşayanlar daha dürüst, şehirliler kadar hile ve kurnazlıkbilmezler. Demek ki, örf ve âdetler gibi, toplumun yaşadığı hayat tarzıve içinde bulunduğu ekonomik ortam da o toplumun ahlâkının şekillenmesinde,şöyle veya böyle değişmesinde etkili olur. Kırsal alandan göç edipkentlere yerleşenlerin âdetleri zamanla az çok değişir. İkinci, üçüncükuşakta bu değişim daha fazla hissedilir. Bunun böyle olduğunu herkes gözlemleyebilir.

    İbn Haldun, hava ve iklim şartlarının da, insanların ahlâkı ve huylarıüzerinde etkili olduğu kanaatindedir. Sıcak bölgelerde yaşayanların, oyunve eğlenceye düşkün, rahat ve neşeli; soğuk bölgelerde yaşayanların isedüşünceli ve tedbirli bir karakter gösterdikleri, tespitini yapar(Mukaddime, 3391). Türkçe’de, “bölgeinsanı” ve“toprağın adamı”“hemşehrim” gibi deyimler, iklim farkındankaynaklanan, ahlâk farklılığına işaret eder. Büyük medeniyetlerin ılımaniklimlerde kurulması, peygamberlerin bu bölgelerde zuhur etmesi de dikkate değer.

    İbn Haldun, gıda rejiminin ve tüketim maddelerinin de ahlâki yapılanmadave biçimlenmede etkili olduğunu savunur. Çöllerde ve bozkırlarda göçebehayatı yaşayan, çoğu zaman et ve sütle beslenen kavimlerin; şehirlerdeoturan, et ve sütün yanı sıra, tahıl, sebze ve meyvelerle beslenenlere göre,ahlâkca daha iyi durumda olduklarını vurgulayan İbn Haldun, şehir hayatınıninsanı hantallaştırırken, kırsal hayatın insanı faal ve çevik halegetirdiğini de belirtir (Mukaddime, 393).

    Ahlâk ve Meslek

    Çeşitli disiplinlerin, mesleklerin ve iş kollarının kendilerine özgübir ahlâkı vardır. Temelde, ahlâk ilkeleri bir ve aynı olduğu halde, bu çeşitlilik,uygulamalardan ve şekillenmelerden kaynaklanır. Mesleğin temel özelliklerive bunun çevresinde oluşan örf ve âdetler, bu tür ahlâkların oluşumundaönemli rol oynar. Ticaret ahlâkı vs. dediğimiz ahlâk türleri böyledir. Bugibi yerlerde, ahlâk denilince, çoğu zaman âdâb anlaşılır.

    İbn Haldun, al-sat işini yapan tacirlerin ahlâkının, eşraf ve saraymensuplarının ahlâklarından daha aşağı düzeyde bulunduğu tespitiniyapar. Bunu, mesleklerinin sıkı pazarlığı ve netice itibariyle açık gözve kurnaz olmayı (mukayese) gerektirdiği hususuna bağlar. Ticaretin aşağıtabakasında olanlarında yalan, yemin, hile ve kandırma gibi hususlara çokrastlanır. Buna karşılık, geometri ve aritmetik gibi doğruluğu kesin ve açıkolan ilimlerle uğraşanların ahlâkı daha doğru olur. Çünkü, üzerindedurdukları ve meşgul oldukları konuların doğruluğu açıktır ve doğrulukonların karakterlerine yansır. Onlarda huy haline gelir. Özellikle siyasetçilerde,idarecilerde ve bürokratlarda farklı bir ahlâk gözlemlemek mümkündür.

    İbn Haldun, devletin maliye ve muhasebe işleriyle meşgul olanların hesapbilmeleri gerektiği, hesap öğrenmenin ve yapmanın da zekayı açtığınıbelirtirken sonra şöyle der:

    Maliye, muhasebe işleriyle uğraşanların oturdukları devlet dairelerine“divan”,burada oturanlara da “ehl-i divan” denir. Div/dev, Farsça’da, cin ve şeytanolduklarından, bu unvanı almışlardır (Mukaddime, 675). Bürokratlarınbulundukları mevkilerde kalmaları veya daha yüksek mekanlara terfi etmeleride, ince hesaplar yapmalarına bağlıdır. Bunların, her zemine uymamecburiyetleri de onları esnek ve yumuşak olmaya zorlar. Bu da onları ahlâkçazayıf duruma düşürür.

    Bahsedilen sebeplerden dolayıdır ki, fütüvvet ehli kasapları, dellakları,avcıları, cerrahları, tellalları kendi örgütlerine almazlardı. Çünkü,kasaplığın merhamet ve şefkat, dellaklığın ar ve haya duygularına zararverdiğine inanırlardı.

    Görülüyor ki, değişik açılardan bakıldığı zaman, ahlâk çok çeşitlilikve renklilik göstermektedir. Bu, yeşil renk ve onun çeşitli tonları gibibir şeydir. Bu sebeple, ahlâk meselesine bir değil, bir kaç açıdan, dar değil,geniş açılardan bakılmadan tam olarak anlaşılmaz. İslâm’daki ahlâk,son derece sade, anlaşılır, makul ve doğal ahlâktır. Bununla beraber,tarih süresinde, çeşitli kültürlerden ve sosyal gelişmelerden etkilenmesi,ister istemez onu da çeşitlendirmiştir. Meseleye tarih ve insanlıkboyutundan bakıldığında, konu çok daha girift bir hal almaktadır. İnsanlığınahlâk gerçeğini iyi anlamak için, onu her yönüyle mercek altına almakgerekmektedir.

    Din-Ahlâk-Hukuk

    İslâm dini ile ahlâk ve hukuk arasında çok sıkı bir ilişki vardır.Baştan da söylediğimiz gibi, her ahlâki kural aynı zamanda bir dini hükümdür.Manevi ve uhrevi bir sorumluluk ve yükümlülük getirir. Ahlâk kurallarınıİslâm’dan ayırmak ve soyutlamak mümkün değildir.Çoğu zaman ibadetlerin gayesi bile belli bir nispette güzel ahlâktır, edepve terbiyedir, hak hukuk gözetmektir.

    İslâm’da, dini (itikat veibadete ilişkin) hükümlerle, ahlâk ve hukuka ilişkin hükümler hep yanyana, hatta içiçe bulunur. Belli bir fiil ve davranış aynı zamanda da hemdinin, hem hukukun, hem de ahlâkın konusu olur. Mesela, herkesin mal ve mülkedinme hakkı vardır. Edinilen mal ve mülk dokunulmazdır. Bu husus hem din,hem ahlâk, hem hukuk kuralıdır. Bir kimsenin edinmiş olduğu bir malı çalmak,dinen günah, haram; ahlâken ayıp; hukuken yasak ve suçtur. Hırsız, Allahkatında günahkardır. Ahirette bunun hesabını ona verecektir. Toplum katındada suçtur. İnsanlar onu ayıplar, kınar, dışlar. Toplumun bir kimseyi ahlâksız,şerefsiz, utanmaz, arlanmaz ve namussuz olarak niteleyip dışlaması, ilişkilerinikesmesi ve onu adam yerine koymaması ahlâki yaptırımlardır. Müslümanolsun olmasın her toplumda, fertleri ahlâk kurallarına uymaya zorlayan böyleağır müeyyideler vardır. İslâm, bu müeyyidelere bir de uhrevi müeyyidelerekler. Ahlâksızlık, Allah’ın azabına ve gazabınasebep olur, lanetlenir. Ahlâk kurallarına uyan fertler ise Allah’ınrızasını ve sevgisini kazanır; ahirette cennette, ebedi olarak mutlu bir şekildeyaşarlar.

    Hızsızlık, hukuken suçtur. Hukuk ve ona uygun olarak yapılan kanunlar dünyanınher yerinde hırsızları bir şekilde cezalandırır. Hukukun yaptırımları dünyevidir.Bunları toplum adına devlet ve mahkeme uygular. Hırsıza, cezayı malı çalınankişi değil, hakim verir. Bütün toplumlarda hırsızlık yasaklanmış ve suçsayılmıştır. Ancak, bu suçu işleyenlere öngörülen ceza, toplumdantopluma değiştiği gibi, zamana göre de değişir. Böylece, hukukun da birdeğişmeyen bir de değişen yanı ortaya çıkar. Hırsız, Allah, toplum vehakim katında suçludur, ceza alması gerekir. Onun için de mahkum edilir.Çünkü, hırsızlık lanetli bir iştir. Hukuk çoğu zaman kısmen veyatamamen bir formaliteden ibarettir. Tabii ve gerçek bir hakkı yansıtmaz,adalete de uymaz. Hukukçular, çoğu zaman şekil, usul ve formel konulardakonuşarak meselelere kılıflar üretirler. Hukuk, ahlâka uygun olduğu zamananlamlı ve değerlidir.

    Dini hükümlerin alanı ve kapsamı, ahlâktan da hukuktan da geniştir. Budurum itikad ve ibadet sahasında kendini açıkça gösterir. Mesela, imankonularında yanlışı ve ibadet konularında eksiği bulunan bir kimse, herzaman ahlâksız olmaz. Böyle kimseler arasında, bunlar gayr-i Müslim deolsalar, ahlâk kurallarına uyanlar çoktur. Dini anlamda inancı ve ibadetiolmama veya bozuk olma veyahut da eksik olma hali, her zaman ahlâksızlığıgerektirmediğinden; din, ahlâk ve hukuk ayrı ayrı alanlardır diyoruz.Bununla beraber, aralarındaki sıkı ilişkiye ve bağlantıya da vurgu yapıyoruz.

    İslâm-Batı konusunda, “işleridinimiz gibi sağlam, dinleri işlerimiz gibi çürük” şeklindeki değerlendirmeyeve karşılaştırmaya genellikle katılırız. Bu demektir ki, muharref birdinin mensuplarının da iyi bir ahlâkı bulunabilir. Hak dinin mensupları daahlâken kötü durumda bulunabilirler. Çünkü, bir yerde ahlâkla din farklışeylerdir. Ayrı alanlardır, kendilerine özgü bir takım yapıları venitelikleri mevcuttur.

    Ahlâk, kişiyle-kişi ve kişiyle-toplum arasındaki ilişkileri ve davranışşekillerini düzenler. Toplum ise daima bir değişim süreci yaşamaktadır.Toplumdaki değişim, bütün kültürel değerleri ve sosyal kurumları mutlakabir şekilde etkiler. Biyo-etik, tıbbi etik bugün, bir çok problemlerle karşıkarşıyadır. Suni döllenme, tüp bebek, kürtaj, genlere müdahale ve organnakli, ölümü tespit meselesi ve benzeri pek çok konu, hem dinin, hem ahlâkın,hem de hukukun meselesi haline gelmiş bulunmaktadır. Eskiden, bilinmeyen veonun için üzerinde durulmayan bu tür konular ve bunların din, ahlâk vehukuk açısından değerlendirilmeleri, günlük hayatımızın bir parçasıhaline gelmiştir. Çevre kirliliği, bunun sebep olduğu maddi ve manevizararlar da böyledir. Kadın hakları, çocuk hakları ve hayvan hakları gibidaha başka bir çok meseleyi de buna ilave edebiliriz. Bunun için diyoruz ki;ilimde, teknolojide, sanayide, ekonomide, ulaşım ve iletişim araçlarında,kasaca, toplumda meydana gelen değişimler şöyle böyle ama, mutlaka bütünsosyal değerleri, bu arada ahlâkı, bir şekilde etkiler. Bundan kaçınmak mümkünolmadığından, ahlâk konularını ve felsefesini her yönüyle ele alıpirdelemek, tahlil etmek, değerlendirmek ve yorumlamak, böylece, dine uygun,makul, tabii ve fıtri bir ahlâk anlayışına ulaşmak gerekir.

    İslâm’da, ahlâka ne kadar önem verildiğini göstermekiçin, konuyla ilgili bazı hadislerin tercümelerini veriyoruz:

    İmanı en mükemmel mümin, ahlâkı en güzel olan müminindir (Ebu Davud,Sünen, 4).

    Terazide en ağır basan amel, güzel ahlâktır (Tirmizi, Birr, 61).

    İnsana verilen en iyi şey güzel ahlâktır (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV,278).

    Kişinin asaleti ahlâkıdır (Muvatta, Cihad, 35).

    En hayırlınız, huyu en güzel olanınızdır (Buhari, Edeb, 38, Müslim,Fazail, 68).

    Din güzel ahlâktır (İhya, III, 48).

    Allah’ınyarattığı en muazzam şey, güzel ahlâktır (İhya, III, 49).

    Güneş karı erittiği gibi, güzel ahlâk da hataları eritip siler (İhya,III, 50).

    Kul, ibadetçe zayıf olduğu halde güzel ahlâkı sayesinde ahirette yüksekmertebeler kazanır (İhya, III, 50).

    Güzel ahlâk uğurdur (İhya, III. 50).

    Güzel ahlâklı olması, kişinin mutluluğudur (İhya, III, 50).

    Hz. Peygamber, insanların en güzel ahlâklı olanı idi (Buhari, Edeb,112). Ahlâkı Kur’an ahlâkıidi. Fazileti esas alan ahlâkı tamamlamak için Allah tarafından gönderilmişti.

    Hz. Peygamber’in duaları:

    Allah’ım! Kötühuydan sana sığınırım (Ebu Davud, Vitir, 32).

    Allah’ımbeni kötü huy ve davranışlardan koru (Nesai, İftitah, 16).

    Allah’ımbana en güzel huylara sahip olmayı nasib et (Müslim, Müsafirin, 204). Amin.