Köprü Anasayfa

Demokratlık

"Kış 2014" 125. Sayı

  • Demokrasi Aileden Başlar

    Democracy Starts from the Family

    Nevzat Tarhan

    Prof. Dr. / Psikiyatri Uzmanı Üsküdar Üniversitesi Rektörü

    Giriş

    Demokrasi kültürünün değer yargıları nelerdir? Demokrasi yönetimbiçimimi mi, yaşam biçimi mi? Demokrasi bir hak mı, bir yöntem mi? DemokrasiBatı değeri mi, insanlığın ortak değeri mi? Kişi demokrat olabilirmi? Özgürlükçü demokrasiye evet ama militan demokrasi olabilir mi? Biryönetim hem demokrat hem dindar olabilir mi? Bu yazıda, bu sorularıncevabını vermeye çalışacağım.

    Doğu toplumları Batı’nın ortaçağda yaşadığı tecrübeyi şimdi yaşıyor.Hız çağındayız. Batı’nın 400 senede elde ettiği tecrübeyi biz 40 senede eldeedebiliriz. Çözüm: Toplumsal barışın sağlanmasının sosyo-psikolojik formülüolan doğru demokrasiyi kültür haline getirmektir.

    Dini öğretilerde ve başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere kutsal metinlerimizde,yönetimle ilgili konularda hep adalet ve şura vurgusu vardır. Dindezorlama olmadığı vurgusu öne çıkar. Buradan yola çıkarak demokrasi kültürüile İslam dini arasında bir doku uyuşmazlığı olmadığını anlayabiliyoruz.Hesap verebilirlik zaten semavi öğretilerin çok temas ettikleri birdeğerdi. Toplumun çoğunluğunun istemediği bir ortamda İslam’ın zorlauygulanmasının şer’i dayanağı konusunda İslam alimleri ne diyor, bilmiyorum.Ben, demokrasiyi yaşam biçimi haline getirmenin, evinde ve özelhayatında demokrat olmanın, kötülükle mücadelenin zor, ama geçerli vegüvenli çağdaş yöntemi olduğuna inanıyorum.

    Amaç adaletse bu çağın yöntemi demokrasi mi?

    Avrupa ve Amerika kıtaları, asırlarca süren iç savaşları, Birinci ve İkinciDünya Savaşları gibi bedeller ödeyerek ve demokrasi kültürüne geçişi başararakbitirdiler. Böylece toplumsal barışı sağlayabildiler.

    Aynı tarihlerde Doğu toplumları otoriter ve totaliter yönetimlerce yönetiliyordu.Büyük iç savaşlar yoktu. Ancak o tarihlerde adaleti sağlamakiçin sistem değil, yöneticilerin hukuk anlayışının adalete uygunluğu yeterliolmuştu.

    Günümüzde ise Batı, demokrasi kültürünü oluşturarak toplumsal barışiçin gerekli olan adil paylaşımın asgari şartlarını sağladı. Fakat Doğutoplumları yaşadıkları ekonomik ve siyasi savrulmalar ile hem hukuk anlayışındaadaleti önemsemeyen liderlerce yönetilir oldu, hem de demokrasikültürü oluşturamadılar.

    Uzun süren iç savaşlar, bizzat kilisenin baskıcı ve adil olmayan kendiçıkarlarını ön plana çıkaran uygulamaları, adaletsiz yönetimlerin kötü sonuçlarınınyaşanması Batı’da adil yönetimi sistematize etme zorunluluğunuortaya çıkardı. Bunun için muhalefetin varlığı gerekiyordu. Çünkü hiç birlider kendisinden beklenmedikçe adil olamıyordu. Hitler gibi başarılı; amazalim insanlar çıkmamasının tek yolu bu idi.

    Şûrâ geleneği, uzlaşma kültürü ve demokrasi ilişkisi

    Emeviler dönemi istibdatın yeniden dirildiği ve kurumsallaştığı bir dönemolmuştu. Rivayete göre Halife Muaviye istişare esnasında bir sahabeyesorar: “Neden susuyorsun” o da cevap verir, “ Yalan söylesem Allah’tan korkuyorum,doğruyu söylesem senden korkuyorum.” Tartışarak uzlaşma yoktu.Böyle bir ortamda adalet sağlanamadığı gibi toplumsal barış oluşamamışve yetenekler hiç gelişememiştir.

    Benzer kilise baskısının yaşandığı kıta Avrupa’sında ve özellikle İngiltere’de başlayan meclis sistemi ‘tartışarak uzlaşmayı başarma’ geleneğiniete kemiğe bürünür hale getirdi. İleri yıllarda dünyada da bu sistem kabulgördü.

    Aslında Doğu toplumları “Şura” geleneği ile uzlaşma kültürünü hayatageçirmeyi başarmışlardı. Vakıf medeniyeti kurumları ve Ahi teşkilatı Osmanlınınmahalle meclisleri olarak çalışıyordu. Fakat taassubu istişareyetercih eden, despotizmi şuranın yerine koyan, baskıcılığı özeleştiri yerinekullanan, tahakkümü sorun çözme metodu olarak uygulayan son dönemMüslüman toplumları, dini fanatizmin yaygınlaşmasına neden oldular. Bununsonucunda Şura geleneğini demokrasi adı altında Batı’dan almak zorundakaldık.

    Türkiye’de durum

    19-20-21. Dönem TC. Başbakanı Merhum Adnan Menderes’in yaşadıklarıve ona yaşatılanlar iyi analiz edilirse, demokrasi kültürünün önemiçok daha iyi anlaşılır.

    27 Mayıs 1960 sonrası Yüksek Adalet Divanı; yani Yassıada mahkemeleri denilen, aslında Yüksek İnfaz Kurulu demenin daha doğru olduğu bir yargılama süreci yaşanmıştı. 15 kişi idama, 31 kişi ömür boyu hapse, 418kişi değişik hapis cezalarına çarptırılırken 123 kişi de aklandı. Bu yargılamasüreci sonunda Milli Birlik Komitesi idam cezalarından üçünü onayladı.Tutuklu bulunan Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı FatinRüştü Zorlu 16 Eylül 1961’de, idam edildi.

    Toplumdan bir tepki gelmemesi üzerine, Başbakan Adnan Menderesise ertesi gün İmralı Adası’nda idam edildi. Tarihçiler, Ankara’da 100-150kişinin hapse girmeyi göze alarak yürümesi halinde idamların yapılamayacağınısöylüyorlar. Bu nedenle demokratik tepkinin toplumda oluşturulankorku psikolojisi ile nasıl engellendiğinin bir örneği o günlerde yaşandı.

    Neden bu üçlü idam edildi?

    Bu üçlü Bağdat Paktı ve Ortadoğu coğrafyasının yeniden tanzimi içincanla başla çalışmışlardı. 27 Mayıs kışkırtılmış iç olaylar için gerçekleşiyor;fakat Dışişleri Bakanı idam ediliyor, çok ilginç bir ayrıntıdır. GerçekteUluslararası Sermaye böyle istemişti.

    27 Mayıs öncesi toplumsal hareketlerin kışkırtılması, Mecliste’ki kargaşanınsokağa taşınması, 28-29 Nisan olaylarının meydana gelişi, 555Kparolasıyla örgütlenen muhalif gençlerin Başbakan Menderes tartaklamasıgibi darbe öncesi meydana getirilen bir çok olay bir kışkırtmanın neticesiydi.Milliyetçi duygular kışkırtılarak 1980 darbesi gerçekleştirildiği, laiklikhassasiyeti kışkırtılarak 28 Şubat Askeri müdahalesi yapıldığı gibi 27 Mayısöncesi öğrenci hareketleri kışkırtılarak 1960 darbesi yapıldı.

    Bugüne dönersek, Türk toplumu 1950’den sonra yaşadığı süreçte demokrasikültürünü önemli ölçüde özümsedi ki, yeni kışkırtmalar yapıldığıhalde, kışkırtmalar özellikle sonuç vermiyor. Alevi-Sünni, Türk Kürt kışkırtmaları,Suriye olayları… gibi hadiseler medyada çok dikkati çekiyor;ancak siyaseti ve basireti bozacak sonuçlar ortaya çıkmıyor.

    Demokrasinin Kültürünün Değer Yargıları

    Demokrasi kültürünün “değer yargıları”nı dört ana başlıkta anlayabiliriz.

    1-Otoriter olmamak, kendi fikrini zorla kabul ettirmeme; yani “özgürlükçüolmak” fakat doğrulardan vazgeçmemek.

    2-Totaliter olmamak, herkes benim gibi düşünsün dememek; yani “çoğulcuolmak” fakat ilkelerden vazgeçmemek.

    3-Eleştiriye açık olmak, muhalefeti dinleyebilmek, yani; “hesap verebilirolmak” fakat onurundan da vazgeçmemek.

    4-Kararları birlikte almak, başkalarının görüşünü göz önüne almak, uzlaşmacılığıönemsemek; yani “Katılımcı olmak” fakat değer yargılarını dasavunabilmek.

    Demokrasi aileden başlar derken, bu kuralları ve değer yargılarını; evinde,partisinde, şirketinde uygulayan insan akla gelmektedir. Bunları uygulayaninsan, gelişmiş insan olabiliyor.

    Bu bölümde demokrasi kültürüne ait değer yargılarını ele almaya çalışalım.

    1- ÇOĞULCULUK

    İnsanın ve tabiatın varoluşuna baktığımızda çoğulculuk ilkesinin esasolduğunu görürüz. Bu münasebetle çoğulculuk sadece insanı değil, doğayıve doğadaki diğer varlıkları da kapsayan bir değerdir. Eğer yaratılmış olanlardatotaliterlik söz konusu olsaydı, insanlar tek çeşit yiyecekle karınlarınıdoyurur ve atmosferde tek bir mevsim yaşanırdı. Çoğulculuk bu yönüyledoğallığı savunmak anlamına da gelir. Çoğulculuğun olduğu yerde, hemçok seslilik hem de yarışma hissi vardır. Bu yarışmanın sonunda yeteneklergelişir ve insanlar yeni fikirler üretmeye başlarlar. Ancak tek sesli ortamlardainsanlar enerjilerini değişme ihtiyacı hissetmeden, mevcutla yetinmeyeçalışarak harcarlar.

    Tekelcilik

    Çoğulculuğun karşıtı tekelcilik; yani totaliter olmaktır. Tek tip insan,tek tip düşünce ve tek tip yaşantı demektir. Totaliterliğin kültürel, ideolojikve politik olarak geçmişte uygulanmış çokça örneği vardır. Özellikle resmiideolojisi “tekelcilik” olan ülkelerde çoğulculuğa fırsat verilmez. 20. yüzyıldatotaliter sistemlerin tek tip insan istemesi, çoğulculuğun kıymetinin anlaşılmasınasebep olmuştur. Zira bu durum hayatı renksizleştirmiş ve yetenekleringelişmesine engel olmuştur.

    Tekelcilik bencilleşmeye götürür

    Çoğulculuğun olmadığı yerde insanlar bencil olurlar. Çünkü tekelcilik“neme lazım” düşüncesini doğurur. “Nasıl olsa benim görüşlerimin önemiyok”, “Nasıl olsa babam benim yerime de düşünüyor” denilen ortamlardainsanlar karar almakta zorlanırlar. Bir konuda karar alma yetkisi bile bulunmayankişiler ise yalnızca kendilerini düşünerek bencilleşmeye başlarlar.

    Çoğulculuk ilkesinin benimsendiği yaşamlarda herkes kendini geliştirmeihtiyacı hisseder. Tekelciliğin olduğu, farklı fikirlerin dikkate alınmadığıortamlarda ise insanlar farklı fikirler üretmeye çalışmazlar ve neticede “havalecilik”ortaya çıkar. Totalitarizmin baskın olduğu ülkelerde bu durumarastlamak mümkündür. Böyle ülkelerde yetenekler gelişmez ve insanlar işlerinibaşkalarına havale ederler. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” tarzındabir benmerkezcilik ortaya çıkar. Bu da insanların gelişme yeteneğiniköreltir.

    Resmî ideoloji nedir?

    Resmi ideolojiyle kastedilen devletin benimsediği ideolojidir. Yani devlethalkına “Bu ideoloji doğrudur” dayatmasında bulunur. Bu ideolojide olmayanlarınise akıl sağlığının bozuk ya da devlet düşmanı olduklarını iddiaeder.

    Sovyetler Birliği böyle bir ideoloji devletiydi; totaliterdi. Resmi ideolojisiise Marksizm idi. Hitler de kendi ideolojisini halkına kabul ettirmeyeçalışan bir diktatördü. Resmi ideolojisi Nazizm’di ve onun döneminde Nazidoktrinini kabul etmeyen kişiler devlet tarafından dışlanıyordu.

    Totalitarizm yutmakla beslenir; farklı olanı mutlaka yok eder. Entegre edici değildir. Kültürel özellikleri ortadan kaldırmaya yöneliktir. Soykırımdenildiği zaman, bir ırkı yok etmek anlaşılır. Ancak bunun yanındabir de kültürel soykırım vardır. Kültürel soykırımda kültürler yok edilir.Filipinler’de, Avustralya’da ve Yeni Zelanda’da yapılan kültürel tahribatkültürel soykırıma örnek niteliğindedir. Bugün Türkiye’de de siyasi olarakbağımsız olmamıza rağmen, kültürel soykırıma maruz kalıyoruz. Popülerkültürün Batı kültürü olması ve bu kültürün başka milletlere dikte edilmeside kültürel bir soykırımdır.

    Tek kültür dayatması, çoğulculuğu yok eder. Bu bir bakıma insanlarındevletleştirilmesi, özel girişim ve farklı düşüncenin yok edilmesidir. Mallardevletleştirildiği takdirde, onu artık özel kurumlar kullanamaz. Fikirlerinve kültürlerin devletleştirilmesi ise devletin resmi ideolojisi dışındakilerehayat hakkı tanınmaması demektir. Bu, toplumları taklide iterek gelişmeyiengeller.

    Olgun insan taklit etmez. Edindiği bilgiyi sorgular, faydalı ise uygular.Faydalı değilse de kendine uygun hale getirip o şekilde uygular. Sorgulamadankabul ve tatbik etmek taklittir. Taklit, insanların hayata kendi yorumlarınıkatmalarını engelleyip farklılığın ve çeşitliliğin yok edilmesinesebep olur.

    Kültürel Özendirmenin Yolu

    Tekelcilik insanda “Benim kültürüm kötüdür, yanlıştır” düşüncesinioluşturur. Kişi kendi kültürüne karşı utanç duyduğu zaman; aşağılık, eksiklik,yetersizlik komplekslerine kapılır. Bu durum insanın hoşuna gitmez;“üstün kültüre” ait olmaya çalışır. Özendirme eylemi, kişinin kendine duyduğugüveni arttırmak için böylece gerçekleşir.

    Bu duygu, insanın kendisini kötü hissettiğinde arayışa girmesine nedenolarak, farklı kültürleri tanımasına ve bunları benimsemesine imkân verir.Ancak burada esas olan taklitçilikten sakınmaktır.

    Bir Kültürü Benimsetmenin En İyi Yolu

    Kültürel özendirmeye dayalı kültürel soykırımda, kültürlerin yavaş yavaşdeğiştirilerek yok edilmeleri söz konusudur. Kültür aşılaması derinden vekişiler özendirilerek yapıldığı için insanlar farkında olmadan farklı kültürleribenimserler. Sovyet tarzı ya da Doğu despotizminin söz konusu olduğukültürleştirmede baskıcılık, zorlama ve yasaklama vardır; ama Batı’nın bugünyaptığı kültürel sömürge; fark ettirmeden, yavaş yavaş, acı çektirmedenyapılmaktadır. Kültürel değişim devrimle değil evrimle gerçekleştirilmektedirve insanlar bu değişimi benimseyerek kabul etmektedir.

    Kendi kültürel değerler ve standartlarının doğru olduğunu iddia edenkişilerin, kültürlerini anlatarak değil yaşayarak model olmaları gerekir. Örneğin;yalan söylememek ve dürüst olmak birer kültürel değerse, bu değerlerhayatın içine yerleştirilmelidir. Kendi değerlerini savunan kültürlerinbunları yaşamaları halinde yanlış kültür yok edilir, doğru kültür yerleşikhale gelir.

    Katılımcılık ve Çoğulculukta Eleştiri

    Eleştirinin ve farklı fikirleri tartışmanın da kendi içinde bir ahlakı vardır.Bir insanın kişilik ve kimliğine dil uzatmadan, yanlışlarını ve hoş olmayansıfatlarını eleştirmekle, makul eleştiri dozu tutturulmuş olur. Örneğin;farklı bir kültüre sahip olanın daha çok söz hakkı alabilmek için mücadeleettiğini görürüz. Bu talebe yaklaşımımızın “Senin isteklerine saygı duyuyorumama bazı davranışlarını benimsemiyorum” şeklinde olması karşımızdakineonun kimliğini kabul ettiğimizi göstererek, onu doğruya yöneltecektir.Ancak bu kimliği bütünüyle yok etmeye çalışmak ve “Sen yoksun” mesajıvermek, kişiyi daha da radikal hale getirir. Böyle durumlarda kişiliği ve kimliğideğil de yanlışları, davranışları ve sıfatları eleştirmek gerekir.

    Sartre, Marksist fikirlerini ifade ettiğinde etrafındakiler “Sen Marksistdüşünceleri savunuyorsun” diyerek ona karşı çıkarlar. Sartre’ın “Eğer gerçeklerMarksist ise ve Marksizm bir suçsa, bu benim kabahatim değil” cevabıoldukça ilginçtir. Sartre bu sayede kendi gerçekliğini oluşturan fikirlerin,kendi kabahati olmadığını ifade etmektedir.

    Gerçeklerin örtülmesi ve tartışmanın olmaması körelmeye sebep olur.Kuyudan su çekmeyi bıraktığınızda kuyunun suyu nasıl kurursa, düşüncelerde tartışmalarla geliştirilmedikleri takdirde körelir. Bu noktada taklitçilikyerine, bilimsel öngörülerle ve sezgilerle hareket edilmesi insanda öngörmeve tahmin edebilme yeteneğini ortaya çıkarmakta, sonuçta sorunlara çözümlerüretmek de kolaylaşmaktadır.

    2- KATILIMCILIK

    Çoğulculuğun olduğu yerde katılımcılığın da olması gerekir. Katılımcılığınolmadığı çoğulculuk uzun ömürlü olmaz. Çoğulculuk sadece herhangibir fikir konusunda el kaldırıp rey vermek değildir. Çoğulculuğun var olduğunusöyleyebilmek için katılımın olması şarttır. Toplumda da ailede debireylerin fikirleri dikkate alınmalıdır.

    Hz. Ali “Yedi yaşına kadar çocuğunuzla oynayın; 7-15 yaşları arasındaonunla arkadaş olun; 15 yaşından sonra onunla istişare edin, ona danışın”der. Bu örnekte “danışma”nın ne denli önemli olduğunu görmek mümkündür.15 yaşından sonra çocukla istişare etmek, ona fikir danışmak katılımcılığınilk aşamasıdır. Bu şekilde çocuk da elini taşın altına koyarak çözümüretmeye çalışır, sorumluluk alır ve bu sayede aidiyet ve sahiplenme duygularınıgeliştirir.

    Ailede farklı fikri olan çocuğun söylediği yapıldığı takdirde, çocuk kendinideğerli hisseder; alınan karara katkı sağladığını fark ettiğinde ise aidiyetduygusu artar. Bu sebeple, bir toplumda katılımcılık varsa, o toplumdasahiplenme artar, diyebiliriz. Toplumda sahiplenmenin artmasıyla sosyalbağlar kuvvetlenir. Bir toplumun millet haline gelmesi, insanlar arasındakibağların kuvvetli olmasıyla gerçekleşir. Toplumu millet haline getirmek,ortak kültürel değerlerle mümkündür. Bunun oluşması için ise insanlarınkendi kültürel bağ ve standartlarının oluşmasında söz sahibi olmaları gerekir.

    Bireylerin susmayı tercih ettikleri toplumlarda katılımcılık söz konusudeğildir. Böyle toplumlarda yalnızca hak ve görevler vardır; özgürlükler yoktur. Devlet görev verir, insanlar onu uygularlar. Bu totaliter bir tutumdur.Katılımcılığın olduğu, bireylerin sorumluluk hissettiği toplumlar; demokratikdeğerlerin topluma yerleştiği ve yaşandığı toplumlardır.

    İnsan Yalnız Yaşayarak Mutlu Olamaz

    İnsanoğlu sosyal bir varlık olduğu için yalnız yaşayarak mutlu olmaz.Muhakkak bir yere ait olmak ister. Kendisini herhangi bir gruba ait hissetmezseyetenekleri gelişemez.

    İnsan beyninin ön bölgesinde sosyal becerilerle ilgili alanlar mevcuttur.Bu alanlar yalnızlıkta körelir. Bunun en bariz örneğini çocuklarda görürüz.“Klip sendromu” diyebileceğimiz sendromda çocuklar bütün gün televizyonunkarşısına geçip klip seyrederler. Özellikle çalışan annelerin yada çocuklarını televizyona teslim eden annelerin çocuklarında bu sendromyaygındır. Hiç konuşmayan, devamlı televizyon seyreden çocukların beyinlerindekikonuşma ile ilgili alanlar harekete geçmemektedir. Dört yaşınagelmiş olup da hâlâ konuşmayan çocuklar çoğunlukla bu türdendir. Konuşmayeteneğinin gelişmesi için bireyin sosyalleşmesi ve bunun için de birtoplumun mensubu olması gerekir. Afazi denilen bazı konuşma bozukluğutürlerine özellikle bilgisayar mühendisleri arasında sık rastlanması bir tesadüfdeğildir.

    Katılımcılık, insanın gelişme gücünü arttırır, kabiliyetleri inkişaf ettirir.Ancak katılımcılığın ve düşünce özgürlüğünün olmadığı, farklı düşüncelerinifade edilmediği ortamlarda toplumun gelişme süreci yavaşlar. Buda o toplumu bir müddet sonra diğerlerinin gerisinde bırakır ve yalnızlığamahkûm eder. Bu sebeple paylaşımcılığın tepeden inme olmayacağını söyleyebiliriz.Katılımcılık, yukarıdan aşağı değil, aşağıdan yukarı olur.

    İstişare Kararlarına Uymak Ahlakın Gereğidir

    Sosyal hayatta aile, okul ya da benzer yakın ilişkilerin hâkim olduğualt gruplarda; insanların birbirleri ile yakınlaşmalarını sağlayacak ortamlarolduğu takdirde herkes fikrini söyler, bu fikirler tartışılır ve sonuçta çoğunluğunuzlaştığı fikir kabul edilir. Genel kabul gören bu fikre iştirak etmeyenlerbile sonuca uymak mecburiyetindedirler.

    Herhangi bir konuda herkesin aynı görüşe sahip olması hoş olabilir amabu mümkün değildir. Çoğunluğun uzlaştığı karara, katılmayanlar da uymakzorundadırlar. Bu noktada bir uyum yoksa bu, çoğulculuktan uzak ve katılımcılığınkurallarını çiğneyen bir yapının örneğini oluşturur. Katılımcılığınolduğu noktada verilen karar yanlış da olsa, insanlar o karara uymakzorundadırlar. Yasalara herkes için doğru olduğundan değil, yasa olduklarıiçin uyulur. Yasalara uymak toplumun çoğunluğunun kararı olduğu için onauyma mecburiyeti vardır.

    İstişare sonucunda “Bu karara katılmıyorum” denildiğinde verilen kararınhükmü ortadan kalkar. Bu sebeple, istişare ahlakının olması gerekir. Kişiçoğunluğun görüşüne iştirak etmese de, “Mademki böyle bir karar alındı,buna uymak ahlakın gereğidir” diye düşünerek o karara uymalıdır. Ortakve devamlı bir konsensüs oluşabilmesi için konuşmanın ve kendini ifade etmenin gerekli olması sebebiyle, aslında genele bakıldığında herkesin kârlıçıktığı bir durum oluşur. Kişi kısa vadede kendi disiplinine uymayan birkararı uygulamak zorunda olduğunu hissetse de, istişare ahlakı varsa, uzunvadede herkes kazançlı çıkar.

    Katılımcılıkta Uzlaşma Çabası Vardır

    Herhangi bir konuda konuşmanın, tartışmanın usulü ve kuralları vardır.Bu nedenle konuşma zemini, her türlü fikri duymaya açık olmayı gerektirenbir zemindir. Kullanılan tabirler karşıdaki insanı küçük düşürücü ifadeleriçermiyorsa, herkesin dinlenmesi gerekir. Düşündüğü şeyi ispat etmesineizin verilen insan, bu esnada kendi çıkarını ve başkalarının menfaatlerinigöz önünde bulundurarak uzlaşmaya gider.

    Temel noktalarda birleşildiği zaman ortak bir karar oluşur ve herkes buortak karara uyar. Fakat bazı tip istişarelerde herhangi bir karar alınmaz;bu istişare yalnızca orijinal fikirlerin ve yeni çözümlerin üretilmesine vesileolabilir. Tartışma esnasında insanların akıllarına daha önce hiç düşünmediklerifikirler gelebilir. Bu nedenle tartışma ortamlarının adeta bir fikirüretim platformu olduğunu söyleyebiliriz.

    Tartışmalar kişiye seçenekler sunarak, farklı bakış açıları geliştirilmesinive bir objeye bütün yönleriyle bakmayı sağlar. Bu da tek tip düşünceninyanlış olduğunun anlaşılmasını kolaylaştırır. Tartışmaların; katılan herkesieğiten, geliştiren bir tarafı vardır. Mesela bir şirkette herhangi bir konudayeni bir atılım yapılmak isteniyorsa; herkesin görüşü sorulur ve en sonundaortaya çıkan model aynı zamanda ortamda bulunan herkesin de beğeneceğibir model olur. Bu tutum kişide “Benim fikrim önemli” düşüncesinioluşturacağı için, kişinin, bulunduğu ortama aidiyet ve sadakat duygusunugüçlendirir.

    Yönetimde Katılımcılık

    Uzlaşma niyetinin olduğu yöneten ve yönetilenin aynı dili konuşmasıkatılımcılıkta oldukça önemlidir. Bir ülkede devleti yönetenler farklı, yönetilenlerfarklı bir dil konuşursa, yani toplumun frekansları uygun ve bağdaşıkdeğilse, böyle toplumlarda katılımcılık yoktur.

    Devlet ile millet arasında etkileşimin olmaması, halkın içine kapanmasınasebep olur. Herkes kendi temel ihtiyaçlarını düşünür. “Daha fazla neyaparsam bu ülkeye katkı sağlarım” diye düşünmez ve ilerlemeye mani olur.Bu sebeple totaliter yönetimlerde, yönetilenleri depolitize ederek oligarşikyönetim devam ettirilmek istenir. Bu şekilde de yönetilenler sindirilmişolur.

    Katılımcılığın olmadığı yerlerde yönetilenler hep dışlanır. Ankara’da birzamanlar yöreye özgü gündelik giysilerle gezmek, örneğin çarık giymek yasaklandı.Modernleşmenin görüntüden ibaret sayıldığı bu dönemde aslındakatılımcılık ve çoğulculuk yasaklanmaktadır. Bu tip demokrasiye “halksızdemokrasi” diyebiliriz.

    Katılımcılık ve Demokrasi

    Katılımcılığın olmadığı yerlerde demokrasinin varlığından söz etmekmümkün değildir. Böyle yerlerde demokrasi görünüşte var olsa da, katılımcılığınaz olması sebebiyle oligarşi söz konusudur. Bunun çaresi katılımcılığıarttırmak ve yönetenlerin sorgulanmasını sağlamaktır.

    Devletlerin otoriter ve totaliter tarzı benimsedikleri yönetim anlayışındamemurlar, üst kademedeki yöneticileri memnun etmeye ve iyi özellikleriniabartılı bir şekilde ortaya koyarak lider olan patrona kendilerini göstermeyeçalışırlar. Katılımcılığın olduğu yerlerde ise patron millettir ve milletmemnun edilmeye çalışılır. Aksi takdirde ülkeyi yönetenlerde “Söz benim,buraların sahibi benim” düşüncesi doğar ve bu da diktatörlüğe sebep olur.Bu nedenle yönetilenlerin yönetenleri sorgulaması gerekir ki gücü kendilerininkullanabildiğini göstersinler. Böylece kişide hesap verme duygusu önplana çıkar.

    Toplum içerisinde bir görüş ve o görüşe karşı duran başka görüşler olacaktır.Özellikle radikal fikirleri olan bir insan, tartışma esnasında fikirlerininsorgulandığını ya da düşüncesine karşı soğuk bir duruşun var olduğunuhissettiğinde, özeleştiri yaparak kendisini sorgulayacaktır. Sonuçta katı görüşleriyumuşayacaktır.

    Katı görüşlerin ılımlı hale gelmesi, demokratik bir işleyişin olduğunugösterir. Totaliter sistemlerde ise, bastırılmış düşünceler gizli gizli büyür.Çünkü radikallik, insanda genetik olarak vardır. Taassuplarla bir konuyasarılmak bazı insanların kişilik özelliklerindendir. Böyle kimselerin kendileriniifade etme yetenekleri ancak tartışma ortamı içinde gelişir. Aslında bubir bakıma katılımcılığın toplumda boşalma kanallarını açtığını da gösterir.Çünkü bazı kişiler öfke ve streslerini saklar. Katılımcılığın olması, bu duygularınpatlamadan boşalmasına vesile olur.

    Katılımcılıkta Eleştiri Önemlidir

    Baskıcılıkla totaliterliğin beraber yürütüldüğü toplumlarda, dağılmadaha çabuk gerçekleşmektedir. Sovyetler Birliği’nin resmi ideolojisinde totaliterlikvardı. Bu rejimde baskı olduğu için bir bakıma insanların boşalmakanalları diyebileceğimiz ifade yolları kapalıydı. Türkiye’de buna benzer sosyalpatlamaların daha yavaş olmasının sebebi, kısmi de olsa bir demokrasininuygulanıyor olmasıdır. Ancak totaliterlik Türkiye’de de hâlâ devam etmektedir;Türkiye Anayasası totaliter bir anayasadır. Bu sebeple de farklı görüşlerekarşı resmi bir duruşu gerektirir. Ancak yine de ifade kanalları kısmen varolduğundan, büyük patlamalar olmadan sorunlar çözülebilmektedir.

    Türkiye’de çeşitli tehditler varken, bu tehditlerin kendini ifade etme özgürlüğüiçerisinde olması; çoğunluğa görüşü yönetme hakkını, azınlığa isemuhalefet hakkını verir. Bu temsil edilişte, yöneten eleştirildiği için hatasınıanlama imkânı bulmaktadır. Eleştirinin olduğu ortamlarda tartışarak doğrularıbulmak daha kolaydır.

    Otoriter sistemlerde fikirler ve eleştiriler susturulmalarına rağmen, teslimalınamayacakları bilinmelidir. Çünkü fikir yasadışı yollarla da olsa yaşamayadevam eder ve kendi taraftarını oluşturur. Demokrasi ve özgürlüğünolduğu ortamlarda fikirler susmaz ve yanlış olduğu anlaşılan fikirler, doğrular tarafından teslim alınır. Bu sebeple hatalı düşüncelerin değişmesiniistiyorsak, katılımcılığı teşvik etmeliyiz ki yanılgı içindeki düşünceler pesedip topluma zarar veremez hale gelsin. Tek sesliliğin, yasaklamanın olduğuyerde gelişme de olmaz.

    3- ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK

    Özgürlüğün çeşitli tanımları vardır. Genel olarak özgürlük, bireyinkendi kararlarını verebilmesi, buna uygun planlar yapması ve hedeflediğisonuca ulaşması şeklinde tanımlanabilir. Özgür eylemin ne olduğu konusunagelince, bunun başkalarını etkilemeyen davranışlar olduğu söylemioldukça yaygındır.

    Özgürlüğü tarif ederken bireyin canının istediği gibi hareket etmesinin“özgürlük” olup olmadığının ayırdına varmak gerekir. Bu ayırda vardığımıztakdirde, mecbur olduğumuz kurallara uymamak gibi bir özgürlüğümüzünolmadığını rahatlıkla fark edebiliriz. Mesela hiçbirimizin yerçekimi kurallarınauymamak gibi bir özgürlüğü yoktur. O halde insanı sınırlayan bazıdoğal, sosyal ve duygusal sınırlar mevcuttur. Bir insanın özgür olmasında buüç sınırın varlığı göz ardı edilemez.

    Kişinin itaat etmek zorunda olduğu kuralları çiğneme özgürlüğü varmıdır? Ya da itaat etme zorunluluğu bulunan bir kişiyi yok saymaya hakkıvar mıdır? Özgürlük şiddeti mübah kılar mı? Ölümcül riske girmek özgürlükmüdür? Bu soruların düşünsel ve duygusal olarak kabul görmüş cevapları,özgürlüğün ne olup olmadığı konusundaki belirsizlikleri ortadankaldıracaktır.

    İç ve Dış Özgürlük

    Hayek özgürlüğü “Başkalarının keyif ve isteklerinden bağımsız olmak”şeklinde tanımlamıştır. Bu tanımlamayı dikkate aldığımızda başkalarınınistekleri ile insanın kendi arzuları arasındaki sınır ortaya çıkar. Bu noktadainsanın iç dünyasında oluşan bir özgürlük tanımından bahsedebiliriz.

    İç özgürlüğü, duygu ve düşünce özgürlüğü olarak tanımlayabiliriz.Bunlar doğal özgürlüklerdir. Bir insan herhangi bir konu hakkında özgürcedüşünebilir; bazı şeyleri sevip, bazılarından nefret edebilir. Bu doğal birözgürlüktür. Ancak duygu ve düşünceyi ifade etme özgürlüğü, doğal olmaktançok sosyal boyutu olan bir konudur. Çünkü ifade etmek söz konusuolduğunda bu, başkalarının kişinin duygu ve düşüncelerinden haberdar olmasıve sosyal sınırlara riayet etmesi demektir. Kişinin toplumsal sınırlarınagirerek, onun duygu ve düşünce dünyasına müdahale etmeyi “bağımsızlık”olarak addedemeyiz. Bu sebeple diğer insanları doğrudan etkileyecek durumlardasosyal sınırların bilinmesi şarttır.

    Dış özgürlük ise insanın eylemlerinde hür olmasını ifade eder. Bir insanbir şey düşünür, hisseder ve bunu ifade eder; kimi zaman da onu eylemedönüştürür. Eylemle ilgili özgürlük ise daha çok yasal özgürlüktür.

    Özgürlük, iki yüzü bulunan bir madalyona benzer. Birinci yüzü, birşeyde özgür olmayı ifade ederken diğer yüzü bir şeye karşı özgür olmayıdillendirir. Birincisinde insanın içinden gelen ve daha çok kendi çıkarlarınahizmet eden konularda özgür olması ve bu özgürlüğü kullanarak farklı birşeyler yapması ifade edilir. İkinci cepheden baktığımızda ise kişinin ailesineve kurallara karşı, topluma rağmen kendine biçtiği özgürlükten söz edebiliriz.

    Pozitif ve Negatif Özgürlük

    Özgürlüğü, “negatif ” ve “pozitif ” özgürlük şeklinde de tanımlamakmümkündür. Kişinin “arzu ettiği şeyleri” yapabilmesi pozitif, “dışarıdanzorlama olmaksızın istediklerini” yapabilmesi ise negatif özgürlüktür. İnsanözgürlük ihtiyacı ile dünyaya gelir. Bu konuda tanımlanmış bir gen olmamasınarağmen, özgürlük ihtiyacı ve beklentisinin biyolojik olarak kodlandığınıdüşünebiliriz. Hür olmak, herkesi mutlu eder.

    Otoriter sistemlerde pozitif özgürlük yoktur, çünkü zorlama söz konusudur.Pozitif özgürlükle beraber negatif özgürlüğün de bulunduğu vezorlamanın yaşanmadığı alanlarda, insanın genel kurallara uygun olarakyapmak istediklerini yapabilmesi mümkündür. Örneğin; insanların inançhürriyetinden bahsettiğiniz halde ibadethaneleri kapatıyorsanız pozitif özgürlükvarmış gibi gözükse de gerçek anlamda bir hürriyetten söz etmekimkânsızdır. Bu özgürlüğün topal olması demektir. İnsanın özgür iradesiniyaşaması ve ifade etmesinde zorlamanın olmaması gerekir.

    Zihinsel Özgürlüğün İnsanlığa Katkıları

    İnsan, zihinsel anlamda hür olmak, hatta tabiatı kontrol etmek ve yerçekimindenkurtulmak ister. İnsanda zihinsel olarak rahat düşünebilme vehareket edebilme arzusu vardır; insan dışında hiçbir canlıda bu istek mevcutdeğildir. Bir kuş, tabiattaki dengeyi zorlamak veya değiştirmek gibi birdüşünceye sahip değildir. Ama insan sınırları zorlar; daha özgür yaşamak vebununla beraber farklı şeyler yapmak düşüncesine sahiptir.

    Özgürlük, insanın gelişmesine vesile olmuştur. Amerika’nın 20. yüzyılınbaşında teknoloji atağını yapması ve endüstri konusunda diğer Batı ülkelerinigeçmesinde, Amerika’daki özgürlüğün ve özgürlüğün sağladığı rekabetinönemli katkısı vardır.

    Yeteneklere fırsat verildiğinde, yenilikler kendilerini geliştirme imkânıbulabilir. Özgürlüğün olmadığı ortamlarda ise yetenekler körelir. Baskı vetehdit insanların körelmesine sebep olur. Buradan yola çıkarak bütün temeldeğerlerin üzerine bina edildiği demokratik değer, özgürlüktür diyebiliriz.Bu değerin varlığı diğer değerlerin gelişmesine zemin hazırlar. Bilge kişilerin“Ekmeksiz yaşarım ama hürriyetsiz yaşayamam” demeleri bu sebepledir.

    İtaatsizlikle Özgürlüğün Dengesi

    İnsanın genel kurallara itaat etmesi zorunludur. Özgürlük, insanın canıistediğinde kurallara uyup istemediğinde başına buyruk hareket etmesi demekdeğildir. İnsan futbol oynamak istediğinde bile bunu kuralına uygunbir biçimde oynamak zorundadır.

    Hayatta kuralsız bir yerin olabileceğini düşünmek hayaldir. Kurallarkimi zaman sıkı kimi zaman ise çok gevşek olabilir. İhtilaflar da bu noktadazuhur eder. Yoksa hayat aslında kurallı bir ortamdır. Alışveriş yapmanın, araba kullanmanın, eğitimin, aile yaşantısının ve aklınıza gelebilecek hertürlü sosyal aktivitenin kendi içinde kuralları mevcuttur. İnsan farkında olmadanbu kuralları benimser ve uygular. Mesela kimse istediği zaman yolafırlayamaz.

    Dünyanın En Özgür İnsanları Çocuklardır

    Çocuklar, kuralsız yaşayan varlıklardır; hayatı tanımadıkları için gerçekanlamda özgürdürler. Hatta bunun da ötesinde kimi zaman masumiyetlerisebebiyle büyükler üzerinde hâkimiyet kurarak, onları köleleri haline bilegetirebilirler. Yanlış yapsalar bile bunu bilmeden yapmış olmaları, çevredekilerinonların davranışlarına anlayışla yaklaşmasını sağlar. Kendi kararlarınıverip, sorumluluk almaya başladıkları takdirde, büyüklerin çocuğunhayatına yaptığı yardım ve müdahale azalmaya başlar. Çocuğun özgürleşebilmesiiçin sorunlarını kendisinin çözmesi ve kararlarını kendisinin vermesigerekir.

    Özgürlüğün Sınırları

    Özgürlüğün sınırlarını belirleyen en önemli unsur, o konuda öğrendiklerimizdir.Japonya’da yere düşen birine yardım etmek isteseniz, kişi budurumu özgürlüğüne müdahale edilmesi şeklinde anlayacağı için bundanrahatsız olur. Zira aldıkları eğitim onlarda böyle bir özgürlük anlayışı oluşturmuştur.Bizim toplumumuzda ise düşen birine yardım etmediğimiz takdirde“insafsız”, “merhametsiz” gibi sıfatlarla nitelendirilmemiz olasıdır.

    Özgürlük konusunda sınırların belirlenmesine yardımcı olan en önemlikonu, bireysel sorumluluklardır. Kişi kendi tercih ve davranışlarının mesuliyetiniüstlenmediği takdirde, ortaya çıkacak özgürlük, keyfi bir özgürlükolur. Her insanın seçimlerinin sorumluluğunu taşıması, “birey” olmanın gereğidir.Sorumluluktan azade bir özgürlük “vesayet”tir.

    Kişinin yaptığı tercihler sebebiyle ortaya çıkacak sorunları üstlenmesi,olanlara razı olması gerekir. Bu duruma özellikle evlilikte sıkça rastlanır.Kişinin kendi isteğiyle evlendikten sonra, hayatını bekârlığındaki gibi devamettirmek istemesi bu duruma örnektir. Evlilik, insanın özgürlüğünükısıtlayan bir durumdur. Çünkü artık hayatınıza hesap vermeniz gerekenbir kişi girmiştir. Kişi hayatını kurarken artık ikinci bir kişinin istek ve ihtiyaçlarınıda düşünmek zorundadır. Evlilik, iki kişilik bir arabayla yolculuketmeye benzer. Direksiyondaki kişinin beraber seyahat ettiği kimsenin görüşlerinialması zorunludur. İnsan yalnız başına yaşıyormuş gibi davrandığındakendisini özgür hissedebilir ancak bu noktada gerçek bir özgürlüktensöz edilemez. Bu, tek taraflı, sahte bir özgürlüktür. Gerçek anlamdakihürriyetle alâkası yoktur. Özgürlüğün, sınırları belli değilse, güç ve otoriteyielinde bulunduran kişiler tarafından rahatlıkla suiistimal edilmesi olasıdır.

    Özgürlüğün ifade tarzı da önemlidir. Eğer insan hem kendi sınırlarınıhem de karşısındakinin sınırlarını bildiği halde bencilce çıkarlarını düşünürse,bu özgürlüğün kötüye kullanılması demektir. Kişi bulunduğu mevkiibiliyorsa, ulaşacağı noktayı da kolaylıkla bulur. Nerede olduğunu bilmeyenkişi, gideceği yeri bulamaz. İnsanın başkasının özgürlüğüne saygı duyabilmesi için kendi özgürlüğünün ne olduğunu anlaması gerekir.

    Aldatıcı Özgürlük

    Özellikle kapitalist sistemlerde, medyanın yönlendirmesiyle belli davranışkalıpları oluşmakta ve insanlar bu kalıplar içerisinde kendilerini özgürzannedebilmektedir. Özgür yaşamın getirdiği bazı alışkanlıklar mevcutturve insanlar bu alışkanlıkların hâkimiyeti altında oldukları halde özgürolduklarını düşünebilmektedirler. Modernizmin teknoloji, alışveriş yahutseks bağımlılığı ile hayatımıza yerleştirdiği bağımlılıklardan birine kendiniteslim eden kişinin özgür olduğundan bahsetmek imkânsızdır. Modernizm,özgürlükleri zorla değilse de gönüllü bir biçimde, hatta insanlara hissettirmedenkısıtlamaktadır. Modern dünya, insana istediğini yapma özgürlüğünüvermekle beraber, yaptığının kişiye vereceği zararı görmezden gelmektedir.Kişiye dilediği gibi yaşama şansı olduğunu söyleyip farklı alternatiflerinvücut bulmasına imkân vermediğiniz takdirde, gerçek bir hürriyetten sözedemezsiniz.

    Özgür Düşünce Geleneği

    Özgürlük, insanın kendine ait bir alanının olması demektir. Bu alankişinin düşünebildiği, üretebildiği, herhangi bir zorlamayla karşılaşmadanrahat ettiği bir ortamdır.

    Kişi zorlukla karşılaştığında ne yapmalıdır? O da tıpkı kendisine uygulandığışekliyle “zor” kullanarak mı özgürlüğe ulaşmalıdır? Zoru önlemenintek yolu, zora zorla karşılık vermektir. Meşru müdafaa tarzındaki bu yaklaşım,karşıdaki insanın istediğini yapmak için baskıyı bir araca dönüştürmesiniönler. Ancak bu kez, ikici tarafın kendi zor kullanma sınırının meşrumüdafaa çizgisini aşma ihtimaline karşı uyanık olması gerekir. Bireyselliğinnetleşmemesi, bağımlılığın ve özgürlük sınırlarının netleşemediğinin göstergesidir.Özgürlüğün özel sınırlarının çizilmesi, kişilik gelişiminde sonderece önemli bir konudur.

    Özgürlüğü Etkileyen Durumlar

    Hukukta vesayet sistemi vardır. Buna göre kişiler kısıtlama altına alınır.18 yaşına kadar anne baba çocuğun vasisi, yani yasal temsilcisidir. Vesayetaltına alınan ve özgür olmayan ikinci grup ise, akıl sağlığı yerinde olmayankimselerdir. Ancak aklen sağlıklı olan kişi, doğru tercihlerde bulunabilir.Mesela “manik depresif ” dediğimiz, duyguları coşkun olarak yaşayan birkişi normal düşünemez. Bir anda bütün mal varlığını satıp sevdiği bir kimseiçin harcayabilir. Trafikte kendini ciddi şekilde tehlikeye atacak süratteyolculuk yapabilir. Bu durumlar, çocukluktan itibaren öğrenilen sınırların,beyin kimyasının bozulması sonucunda dürtü denetimi sebebiyle silindiğiningöstergeleridir. Alkol alındığında da benzer etkiler ortaya çıkar. Kişiözgür, canının istediği şekilde yaşar görünse de aslında kontrolsüz hareketetmektedir. Gerçek anlamdaki özgürlük, insanın kendi özgürlük sınırlarıylabaşkalarının sınırlarını bilip, genel kurallar içerisinde özgür olmasıdır.

    Zorunlu Kölelikten Gönüllü Köleliğe

    Tarih boyunca insanların özgürlüğünü kısıtlayan en önemli durumunkölelik olduğu düşünülmüştür. Ancak günümüze bakıldığında eskiden zorunluolan esaretin, bugün gönüllü olarak devam ettiğini görmek mümkündür.Örneğin; Roma İmparatorluğu, kölelik üzerine kurulmuş bir imparatorluktur;adeta köle krallığıdır. Aynı şekilde ilk çağlardaki Hititler’dentutun da Mısır’daki imparatorluklara kadar hepsi birer köle imparatorluğudur;bu imparatorlukların kölelerin üzerinde oluşturulmuş iktidarları vardır.

    Endüstri devriminden sonra kölelik döneminden işçilik dönemine geçildive kölelik ortadan kalktı. İnsanlar endüstri devriminin getirdiği sınırlariçinde kısmi bir özgürlük elde ettiler. İşçilik aşamasından sonra, üreticilikdönemine geçildi. Kapitalist sistemin sınırladığı günümüz dünyasında,insanların maddi güçleri düzeyinde özgür olabildiklerini görüyoruz.

    Felsefi Akımların Özgürlük Anlayışları

    Varoluşçu felsefe “İnsan muhakkak özgür olmalı, kendi varoluşunu yaşamalı”diyerek insanı bireyselleşmeye teşvik eden bir felsefe oldu. Ve insanıkendisi için yaşayan bir varlık olarak kabul etti. Nihilist insanları ve kişidekianarşist eğilimleri güçlendirdi. Bireyin varoluşunun bağımsız olduğunusavunan bu felsefe, özgürlüğün sınırlarını benmerkezci hale getirdi. Yanivaroluşçu felsefe “Kendini yaşaman, kendin olman gerekir” telkinleriyleözgürlüğü teşvik etti. Darwin teorisinden etkilenen bu felsefe; evrende tesadüfenvar olduğumuzu, burada kalabilmek için insanın mücadele etmesigerektiğini ve bu mücadelede yalnız başına olduğunu ifade eder ve toplumuinsanın kendi varlığını yaşamasında bir engel olarak görür. Böylelikle toplum,bireyin düşmanı haline gelir.

    Bu, özgürlüğün yanlış kullanımıdır. Özgürlüğün yanlış kullanılması sebebiyleinsanların anarşist yönleri güçlendi; toplumla ve toplumun değerleriyleçatışan insanlar ortaya çıktı. Bireyin bu çıkışı onu yalnızlığa ve dolayısıylamutsuzluğa itti. Bu sebeple eğer kişinin özgür olması, aynı zamandayalnız kalmasına neden oluyorsa, o özgürlüğün sorgulanması gerekir.

    Kant’ın özgürlük tanımına göre insan, yalnızca kanunlara itaat ederseözgürdür. Gelişmiş toplumlarla gelişmemiş toplumları ayıran şey yasalaraitaattir. Öbür türlü kral ne derse, patron ne derse, baba ne derse o olur.Ancak kanun hâkimiyetinin ve hukukun üstünlüğünün var olduğu toplumlarda,kanunlar dışında herhangi bir kişiye yahut varlığa itaat etmek sözkonusu değildir. İşte bu özgürlüktür.

    Gerçek Özgürlük, Ortak Amaç Etrafında Birleşmeyi Gerektirir

    Özgürlük, farklı karakterdeki kişilerin ortak amaçlar için benzer hareketlerdebulunabilmeleridir; kişi hem kendini özgür hissedecek, hem de biramaca yönelik faaliyetler içinde olacaktır. Bunu yaptığı zaman hem özgür,hem de üretici olan bir birey haline gelir. Bu durum toplum tarafından dayargılanmaz.

    Toplum kurallarıyla bireyin özgürlüğü arasındaki sınırların ne olacağı ise tartışmalıdır. Modernizm bu sınırların doğal yaşam tarafından belirlendiğinive ahlaki normların bireylerin özgürlük çatışmasından doğduğunuifade eder. Esasında bu anlayış, güçlülerin dilediğince özgür olabilmelerininbir başka açıklamasıdır. Maddi açıdan güç sahibi olanlar rahat içindeyaşarken, zaman diğerlerinin aleyhine işler. Bu sebeple özgürlük sınırlarınınbelirlenmesi gerekir.

    Dinde Özgürlük

    Ölüm yadsınamaz bir gerçektir. Ölüm karşısında özgürlüğün hükmüne derece geçerlidir? Ölümden sonra yok olacağını düşünen bir insan nederece özgürdür? Bu soruların cevaplarını bulmak için, teolojik açıklamalarındikkate alınması gerekir.

    Aydınlanma çağından itibaren dini gerçekler göz ardı edilmeye çalışılsada, ölüm ve ötesine bir açıklama getirilemedi ve bu noktada din tekrardevreye girdi. İnsanın özgür olduğunu kabul etmekle birlikte, aynı zamanda“kul” olduğunun bilincine varması gerektiğinin önemi açığa çıktı. Kişi özgürdür,lakin kendi iradesinin üstünde mutlak bir irade vardır. Bu sebepleinsan, ne denli özgür olursa olsun birtakım kurallara uymakla mükelleftir.Diyelim ki bir işçi çalıştığı yerde sahip olduğu özgürlüğe sığınarak makinelerdenbirinin çarkını bozar ve iş yerine zarar verirse, bunun bedelini ödemekzorundadır. İşte bu bize bireysel özgürlüğün bittiği noktayı gösterir.

    Akıl sahibi bir insan, ihtiyaçlarını karşılayan bir gücün olduğunu düşünürve akıl yürüterek bir anlam arayışına girer. İlerleyen zamanlarda kendisinebu refahı sunan bir güç olduğunu anlar. Ona karşı sorumlu olduğusöylendiğinde de bunu kabullenir ve hayatına bu sorumluluk duygusuyladevam eder. Ancak sahip olduğu her şeye ve herhangi bir bedel ödemeksizinelde ettiği yüksek yaşam standardına rağmen, hiçbir arayışa girmeyen,sorumluluk duygusu hissetmeyen kişi, sunulanlar karşısında kendisindenbirtakım sorumlulukları yerine getirmesi istendiğinde bunu kabullenmez.

    4- HESAP VEREBİLİRLİK

    Hayattaki en zor şeylerden biri, insanın kendini sorgulamasıdır. Belirsizlik,hepimizi rahatsız eder. Bunun çaresi, içinde “Ne, neden, nerede, nezaman, nasıl?” sorularını barındıran zihinsel sorgulamadır.

    Özeleştiri, insanın varlığını tanıması bakımından son derece mühimdir.Zira yanlışlarını göremeyen kimse doğru kararlar veremez. İnsanın başarısınıetkileyen, yalnızca onun şahsi çıkarları değildir. Kimi zaman menfaatlerarka plana atılıp saf duygularla karar verildiği de olur. Bu sebeple özeleştiriyapabilen kişilerin doğru kararlar verebildiğini söylemek mümkündür.

    Bu, ekonomide de öyledir. Ekonomide esas olan ihtiyaçların belirlediğiarz talep dengesini korumaktır. “İhtiyaç varsa, talep olur. Talep olursa da arzolur.” Peki ihtiyacı ne belirler? İhtiyacı belirleyen etkenlerin aslında ortakbir paydası yoktur. Tüketimi etkileyen en önemli faktör, psikolojik ihtiyaçtır.Maddi anlamda her şeye sahip olan insan, psikolojik ihtiyaçları sebebiylealışveriş yapabilir. O halde alışverişi ve tüketim davranışını etkileyen enönemli şey, insanın duygularıdır diyebiliriz.

    Aynı şekilde kişinin üretimini ve çıkarlarını da duyguları etkiler. Duyguların farkına varmak, olumlu ve olumsuz duyguları birbirinden ayırt edebilmekönemlidir. Duygusal farkındalık için de özeleştiri önemlidir. İnsanınbir tarafında arzular ve dürtüler, diğer tarafında ise mantık ve kurallar vardır.İnsan, bu ikisi arasında denge kurar. Arzular ve dürtüler insanı kendinedoğru çekmek eğilimindedir. Ancak beyin, mantık ve kurallara doğrugitmeye eğilimlidir. Bunu başarabilen kimse, hayat yolunda amacındansapmaksızın ilerleyebilir. O sebeple insanın arzu, dürtü ve duygularının ayrımınıiyi yapması gerekir.

    Arzu ve dürtüler her insanda vardır. Ancak kendini kusursuz görenkimse zaten özeleştiri yapamaz. Bu nedenle insanın, kendisini tüm zaaflarıyla,iyi kötü bütün yönleriyle kabul etmesi gerekir. Kendilerini kusursuzgören kimseler, yaşanan olumsuz olaylarda sorumlu olduklarını düşünmedikleriiçin özeleştiri yapma gereği duymazlar. Özeleştiri yapabilmek, tekilsorumluluk açısından son derece önemlidir. Özeleştiri yapmaktan uzak,mesuliyeti hep başkalarına yükleyen kimseler, bu sorumluluğu dış sorumlulukhaline çevirirler. Bu noktada tekil sorumluluk ile sosyal sorumlulukarasındaki dengeyi kurabilmenin önemi ortaya çıkar.

    İnsanı özeleştiri noktasına götürecek olan şey, kişinin benlik algısıdır.Bununla birlikte, ideal bir “ben” vardır; bu kişinin olmak istediği benlik algısıdır.İnsanın hayalindeki durumuyla, içinde bulunduğu durum arasındakifarkı bilmesi, psikolojik bir ihtiyaçtır. Özeleştiri yapamayan kişi, idealindekibenliği ile gerçekteki benlik algısı arasındaki farkı bilemez ve ideal “ben”inihakikatteki benliği ile karıştırır. Bu da onu yanlış kararlara ve yanlış ilişkileregötürür. Örneğin kendisini öven kişilerin etkisinde kalır. Etrafındakilerinhatalarını görmediği için tökezler. Bazı insanlarda da durum tam tersidir;kişi kendisini olduğu konumun çok altında görür. Değersiz ve işe yaramazkabul eder. Burada özeleştirinin aşırıya kaçması sonucu, kişinin kendisiniyanlış algılaması söz konusudur.

    Özeleştirinin dozu kaçtığında, kişi depresif eğilimler içine girer. Özeleştirideen önemli şey, gerçekçiliktir. Özellikle fazla baskıcı ailelerde çocukkendini yetersiz ve değersiz hisseder. Böyle hissettiği için de bir müddetsonra kendisini olduğundan değersiz görmeye başlar. Kusurlarını büyütürve olumsuz taraflarını ön plana çıkarır. Ve neticede gerçekleri görmemeyebaşlar. Oysa insanın iyi ve kötü yanlarını gerçekçi şekilde algılaması psikolojikbütünlüğü açısından çok önemlidir. Bu gerçekdışı algılama, insanınkendine haksızlık yapmasına da sebep olur.

    Hesap Vermeyen Kişi Kendini Kutsallaştırır

    Kişi hesap verme sorumluluğunu üzerinden atmışsa kendini kutsallaştırır.“Ben sadece hesap sorma konumundayım; hesap verme noktasındadeğilim” diye düşünür. Ama katılımcılığın olduğu ve demokratik işleyişinkesintisiz uygulandığı toplumlarda meclis, ülkeyi yöneten halka hesap verirve halkın karşısına geçerek, ”Sizden aldığım vergileri şuralara harcadım”gibi somut açıklamalar yapar. Ancak otoriter yönetimlerde devlet halktanzorla vergi alır; hesabını vermeden, istediği yerde istediği gibi kullanır. Eğerortada hesap sorulmayan bir sistem varsa, bu sistemin adına demokrasi diyemeyiz.Bu sebeple kontrolün paylaşılmış olması, katılımcılıkta ve toplumun depolitize olmamasında önemlidir.

    Ego Haritamız

    Psikolojik bütünlüğün içinde benlik algılaması, iç uyum açısından önemtaşır. İdealimizdeki ben, bulunduğumuz ben ve algıladığımız ben olmaküzere üç türlü “ben” vardır. Bu üç “ben”in dengede olması, realist, aktivist veidealist bakış açıları ile ilgilidir.

    ”Gerçek ben”, kişinin olumsuz yönleriyle birlikte mevcut durumudur.”Aktivist ben” ise gerçekle ideal arasında yaşamaya çalıştığı bendir. Egoharitasında gerçek-hayal sınırlarını doğru çizebilmek, insanın her zamanbaşarabileceği bir şey değildir. İnsanın aynaya, yani mukayeseye ihtiyacı vardır.Kişi özeleştiri yapabilirse, deneme-yanılmaya ihtiyaç duymadan sonucaulaşabilir.

    Psikolojik sağlığın ilk basamağı kişinin kendisini bilip tanımasıdır. Kendinianaliz etmek, insanın bilmesi gereken ilk şeydir. Yoksa kendine karşıbir tür körleşme yaşar, hep hatalı kararlar verir.

    Birinci Şart Kendini Bilmek

    İnsanların güçlü ve zayıf yönleriyle kendilerini tanımaları, hayattanbeklentilerini, amaç ve hedeflerini sorgulamaları gerekir. Evrende düşünceve duygu süreçlerinin farkında olan tek varlık insandır. Psikolojide metakognisyondenilen bu durum, insanın varoluşunun farkına varan tek varlıkolduğunu gösteriyor.

    İnsanda kendini gözleyen bir ben (ego) vardır. Bu ego olayların içinekarışıp kaybolmaz. Yaşadığı duyguların farkındadır. Kişinin ruh durumu veo ruh durumu hakkındaki düşünce ve duygularının farkında olabilmesi, özbilinç halidir.

    Kendini tanıyan insan özgürlüğü yakalamış olur. Arzulardan özgür olmak,olumsuz duygulardan kendini kurtarmak, moral bozucu bir düşüncegeldiğinde alternatif düşünceler üretebilmek insanı özgür ve mutlu kılar.Özgürlüğü ve bağımsızlığı doğru şekilde yaşamak, insanın kendi sınırlarınıbilmesiyle mümkündür. Tanınan şey yönetilebilir. Birçok insan duygularınıtanımadığı için kendini duygu seline kaptırır, akıntıya teslim olur. Yenilgiyikabul ederek duygu ve zevk tuzaklarına yahut da yılgınlığa kapılıp depresifhale gelir.

    Özeleştiri ve Özdenetim

    Özeleştiri yapan kişi kendini sorguladıktan sonra özdenetimini devamettirmelidir. “Denetlemek”, insan nefsine zor ve nahoş gelen kelimelerdenbiridir. Çünkü nefs, sorgulanmaktan ve denetlenmekten hoşlanmaz, sorumsuzve sınırsız davranmak ister; bugünün zevk, eğlence ve oyunlarınıdüşünür. Geleceğe bakan gözü kördür. Tıpkı bir yarış atı gibi, eğitilmedenönce “Patron benim” der; eğitildikten sonra ise insanın onun patronu olduğunukabul eder. “Siyaset” kelimesinin “seyis” kelimesinden türemesininsebebi de budur.

    Özdenetim iç disiplin gerektirir; sosyal sınırları iyi bilmek ve sosyal uygunsuzluk yapmamak özdenetimin sağlanması için ilk şarttır. Oturupkalkmayı, konuşmayı, nerede nasıl davranmak gerektiğini bilmek ustalıkgerektirir.

    Duyguları tanımak ve ifade etmek, duygusal okuryazarlıktır. Aşırıyakaçmadan yaşanan duygusallık dengeli bir hayatı beraberinde getirir ve bilgelikgerektirir. Özeleştirinin dozunu kaçırmış, zevk almayı hep ertelemiş,duygusal olarak donuklaşmış kişiler, duygusal acılarını bedensel acı olarakhissetmeye başlarlar. Kaygıyı organ dili ile yaşayan bu kişiler, örtülü bir depresyoniçindedirler.

    İslam dininin özbilinç, duygusal ve düşünsel farkındalık için yaptığıvurgular pek çoktur. Dergâhlarda ilim öğrenmeye gelenlere “önce edep” denilmesi,duygusal terbiyenin önemini gösterir. Hz. Peygamber (sav) şöylebuyuruyor: “Kulun yaptığı ve yapmadığı şeyler için önüne üç defter konulur.Bunlar; neden yaptın, nasıl yaptın, kimin için yaptın defterleridir.”Bu, insanın şeytana uyup uymadığını ve ihlasla hareket edip etmediğinisorgulaması için olağanüstü bir fırsattır. Hz Ömer’in “Amellerimiz kıyametgünü tartılmadan önce, siz kendinizi dünyada iken tartınız” sözü, dinimizinbu konuya bakışının özeti gibidir.

    Hesap vermeyi sorumluluk olarak öneren kutsal metinleri incelediktensonra demokraside muhalefetin millet adına hesap sorma makamında olmasınınne kadar insani olduğu anlaşılır oluyor.

    Sonuç olarak“Özgürlükçülük, Çoğulculuk, Hesap verebilirlik ve Katılımcılık”ın yaşam biçim, bir değer yargısı, yöntem olarak benimsenmesinininsanlığın geldiği ileri bir aşama olduğunu söyleyebiliriz. Böylece çocuklarımızıbu değerlerin baskın olduğu ortamda büyütme başarısını gösterebilmemizhiç de zor değildir. Çünkü yetenekler böyle gelişecek, adalet böylesağlanacak. Adaleti iyi lider çıkabilme şansına bırakmamak herhalde dahaadil bir yoldur.

    Özet

    Özgürlükçülük, çoğulculuk, hesap verebilirlik ve katılımcılık, demokrasininvaz geçilmez ilkeleri, yaşam biçimi, bir değer yargısı ve yöntem olarakinsanlığın geldiği ileri aşamayı temsil eder. Bu yazıda bu ilkelerle birlikte“Demokrasi kültürünün değer yargıları nelerdir? Demokrasi yönetim biçimimimi, yaşam biçimi mi? Demokrasi bir hak mı, bir yöntem mi?” gibisorulara cevaplar aranmaktadır.

    Anahtar Kelimeler

    Demokrasi, Özgürlükçülük, Çoğulculuk, Hesap verebilirlik ve Katılımcılık

    Abstract

    Liberalism, plurality, accountability and participation, and the indispensableprinciples of democracy as a life pattern, value judgment and methodrepresent the advanced level that humanity has acquiredThis essay, alongside these principles searches for answers to questionssuch as “What are the value judgments of democracy? Is democracy a lifepattern or a pattern of administration? Is democracy a right or a method?”

    Key Words

    Democracy, Liberalism, Pluralism, Accountability and Participation