Köprü Anasayfa

Demokratlık

"Kış 2014" 125. Sayı

  • İki ölçütlü demokrasi: İslâm demokrasisi

    Islamic Democracy: A Democracy with Two-Parameters

    Ali Bakkal

    Prof. Dr. Akdeniz Üniversitesi Öğretim Üyesi

    1. Demokrasinin Tanımı ve İlkeleri

    Demokrasi Yunanca bir kavram olup demos ve kratia kelimelerindenoluşur. Demos, halk; kratia ise idare ve iktidar anlamına gelir. Buna göredemokrasi “halk iktidarına dayanan hükümet şekli” demektir. Demokrasideegemenlik kayıtsız şartsız milletin sayılır. Yönetime topluca katılması mümkünolmadığı için halk egemenlik hakkını milletvekilleri aracılığıyla kullanır.

    Vatandaşların yönetime katılması, yöneticiyi seçmesi ve yöneticinin kendiadına iş görmesi haklarını içermesi bakımından demokrasinin şu ilkeleriöne çıkar:

    a. Millî Egemenlik:Yönetme yetkisi halka aittir. Dolayısıyla demokrasideegemenlik kayıtsız şartsız milletindir.

    Halkın iradesi ve egemenliği, belirledikleri temsilciler aracılığıyla gerçekleşir.Halk temsilcilerini seçer; temsilciler de halk adına yasalar yapar. Ülkebu yasalara göre yönetilir.

    b. Seçme ve Seçilme Hakkı:Halkı teşkil eden fertlerden her birinin yönetimefiilen katılması mümkün değildir. Halk bu hakkını seçim aracılığıylakullanır. Seçimde seçme hakkı olduğu gibi seçilme hakkı da vardır. Halk seçimleyönetime getirdiği idarecilere belirli bir süre için kendi adına yönetmeyetkisini devretmiş olur.

    c. Katılım:Demokraside vatandaşlar yönetime katılım haklarını iki şekildekullanırlar: Birinci olarak seçme ve seçilme haklarını kullanmak suretiyle yönetime iradesini yansıtırlar. İkinci olarak da sivil toplum kuruluşlarındakietkinlikleriyle bu hakların takipçisi olurlar.

    d. Özgürlük ve İnsan Hakları: Bireyin yönetime katılım hakkının bulunmasıaynı zamanda onun özgür bir varlık olmasını gerektirir. Başkalarınınhaklarına zarar vermeden birey istediğini yapabilme hakkına sahip olmalıdır.Özgürlüğün bulunması da bir özgürlük alanının bulunmasını, yaniinsan haklarının olması gerektirir. Netice itibariyle demokrasi, insan haklarıtemeline dayanan bir yönetim biçimi olmaktadır.

    e. Eşitlik: Demokraside her vatandaşın yönetime eşit seviyede katılmahakkı olduğu için, sonuç itibariyle bütün vatandaşlar haklarını kullanmadave yasalar önünde eşit konumdadır. Yasalar herkese aynı biçimde uygulanır;herhangi bir kişiye, aileye, zümreye ayrıcalık tanınmaz.

    f. Farklı Görüşlere Saygı: Demokraside her vatandaşın eşit konumdaolması, her görüşe, her anlayışa ve her inanışa saygı gösterilmesi gereğinidoğurur. Görüş, anlayış ve inanç farklılıkları da ayrı siyasî partiler yoluylakendilerinin temsil edilme hakkını tevlid eder. Dolayısıyla seçimlere birdenfazla siyasî partinin katılma hakkı olur. Böylece farklı görüş ve düşünceleryönetimde kendilerini ifade imkânını bulmuş olurlar.

    g. Çoğunluğun Yönetimi: Demokraside herkesin fiilen yönetime katılmasımümkün olmadığı gibi siyasî partilerin de katılması mümkün olmayabilir.Bu durumda demokraside çoğunluk ilkesi öne çıkarılmıştır. Buna göreseçimlerde çoğunluğu elde eden parti iktidar olur; diğer partiler de muhalefetioluşturur. Yönetimi iktidar partisi veya partileri elinde bulundurmaklabirlikte muhalefetin de taleplerini yeterince ortaya koyma hakkına sahiptir.

    h. Hoşgörü: Demokrasi çoğunlukta olanlara düşüncelerini uygulama,azınlıkta olanlara da eşit haklar ve düşüncelerini özgürce ifade etme hakkıtanıdığı için, her iki tarafın anlaşamadıkları konularda birbirlerine karşı hoşgörülüolmalarını gerekli kılmaktadır. Demokrasi ancak bu hoşgörü sayesindeproblemsiz yürüyebilir. Bu yüzden demokrasi bir hoşgörü ve bir faziletrejimi olarak kabul edilmiştir. Demokraside farklılıklar vasıtasıyla insanlarbirbirlerine tahammül etmeyi ve birbirleriyle uzlaşmayı öğrenirler. Farklılıklarbir zenginlik unsuru kabul edilir.

    ı. Hukukun Üstünlüğü: Yönetim çoğunluğun elinde olmakla birliktedevlet idaresi hukukun üstünlüğü prensibine uygun şekilde gerçekleştirilir.Yöneticiler işlerini hukuk çerçevesinde yürütürler ve vatandaşlar için dehukuk güvenliğini sağlarlar. Demokrasi ile yönetilen bir ülke hukuk devletiolmak zorundadır. Devletin yaptığı bütün işler yargı denetimine açıktır. Hukukdevletinde güç hükümette değil, kanundadır, hukuktadır. Kanunlar insanhaklarına; uygulama da hukukun üstünlüğü prensibine uygun olmalıdır.İktidar hiçbir kimse ya da grubun tekelinde olmamalıdır.

    i. Kuvvetler Ayrılığı: Montesquieu’den beri demokrasilerde kuvvetlerayrılığı ilkesinin uygulanması önem kazanmıştır. Yasama, yürütme ve yargınıntek elde toplanması iktidar tekeli oluşturacağı için, bu kuvvetlerin ayrılıpbirbirinden ayrı organlar tarafından temsil edilmesi demokratik yönetiminen önemli ilkelerinden biri olarak kabul edilmiştir.

    Demokrasilerde bu ilkelerin uygulanması için bazı kurumlara ihtiyaç duyulur. Ana hatlarıyla bu kurumlar parlamento, siyasi partiler, anayasa, sivil toplum örgütleri ve kolluk kuvvetleridir. Demokrasinin ilkeleri bu kurumlararacılığıyla uygulama alanına taşınır. Bir ülkede kurumlar arasındaki ilişkilerne kadar iyi olursa, demokrasi kalitesi de o kadar yüksek olur.

    2. Eski Yunan Demokrasisi

    Doğuşundan itibaren demokrasi yukarıda niteliklerini saydığımız özellikleriyleortaya çıkan ve uygulanan bir sistem değildi. Demokrasinin nasılbir gelişme kaydettiğini anlamak için ilk örneklerine bakmamız lazımdır.

    En eski demokrasi uygulaması Yunan şehir-devletlerine dayanır. En iyiuygulayıcısı, o dönemde en güçlü şehir olan Atina idi. Bu sebeple Atina demokrasisiolarak da adlandırılmıştır. Belli başlı tüm kararlar, bütün vatandaşlarınüye olduğu meclis veya Eklesya tarafından alınıyordu. Bu meclis senedeen az kırk defa toplanıyordu. Tam zamanlı çalışacak kamu görevlilerine ihtiyaçduyulduğunda, bütün vatandaşları temsil eden küçük bir örnek olmalarıiçin kura usulü ile veya dönüşümlü olarak seçiliyorlardı ve mümkün olan engeniş katılımın sağlanması için görev süreleri kısa tutuluyorlardı. Meclisinyürütme komitesi olarak faaliyet gösteren ve beş yüz vatandaştan oluşan birkonseyi vardı, elli kişilik bir komite de bu konseye teklifler hazırlardı. Komitebaşkanlığı görevi sadece bir günlüktü. Neredeyse bütün vatandaşlarınkatılımını sağlayan bu uygulamaya bakarak “bu ne mükemmel demokrasi”diye düşünebilirsiniz. Fakat gerçekte bu bir demokrasi değil, bir oligarşi idi.Yani belirli bir grubun ülkeyi yönettiği bir yönetim biçimi idi.

    Zira, o günün koşullarına göre kadınlar, köleler ve o şehir-devletindedoğmamış olanlar (metikler, yerleşik yabancılar) bu haklara sahip değillerdi.Bu sistemin en güçlü uygulayıcısı olarak Atina’yı ele alırsak: M.Ö. 4. yüzyıldanüfusun 250.000-300.000 arasında olduğu tahmin edilir. Bu nüfusun100.000’i Atina vatandaşı ve Atina vatandaşları arasında da sadece 30.000’ioy verme hakkına sahip yetişkin erkek nüfusu bulunduğu tahmin edilmektedir.Atina demokrasisinde vatandaşlar büyük bir iştiha ile yönetime katılmakistiyorlardı. Çünkü onlarda yönetime katılmak demek, kadınlara, şehirli olmayanlarave kölelere yeni görevler yüklemekten ibaretti. Atina demokrasisitam tamına sorumsuz insanların başkalarına sorumluluk yüklemesinden vebelirli bir grubun hâkimiyetinden ibaretti. Bir oligarşi idi. Bu yüzden Aristove Eflatun gibi eski Yunan filozofları demokrasiyi eleştirmişler ve bu uygulamayı“ayak takımının yönetimi” olarak görmüşlerdir. Fakat daha sonrabu vahşî demokrasi ehlîleştirilerek günümüzde “ideal bir yönetim biçimi!”haline getirilmiştir.

    3. Cumhuriyet – Demokrasi İlişkisi

    Demokrasi halkın iktidarına dayanan bir yönetim biçimi olarak ifadeedilmekle birlikte hiçbir devletin yönetim şekli doğrudan “demokrasi” olaraknitelendirilmez, en iyi ihtimalle “demokratik cumhuriyet” olarak nitelendirilir.Yani demokrasi, cumhuriyetin bir sıfatı olarak gösterilir. Bu nedenle birazda cumhuriyet-demokrasi ilişkisi üzerinde durmamız gerekmektedir.

    Cumhuriyet, Arapçada “cemiyet, toplum, kamu” anlamına gelen cumhûrkelimesinden türetilmiştir. 18. yüzyıl Avrupa’sında monarşi ile yönetilmeyen Hollanda, İsviçre (ve 1789 Devrimi sonrasında Fransa) gibi ülkeleri tanımlayanLatince respublica ile Fransızca république sözcüğünün Türkçe çevirisiolarak benimsenmiştir. Latince res publica klasik kullanımda “kamusal olan”anlamındadır. Bir topluluğa onları birleştirmek suretiyle halk olma özelliğinikazandıran, kamusal nesne anlamına gelir.

    Bir yönetim şekli olarak cumhuriyet, “milletin, egemenliği kendi elindetuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığıyönetim biçimi” olarak tanımlanır. Bu tanım yaklaşık olarak demokrasininde tanımıdır. Ancak hemen bütün ülkelerde cumhuriyeti tanıtan en önemlive tek ortak özellik, “devlet başkanlığı makamının babadan oğula veya aileyakınlarına miras kalmaması” şeklindedir. Yani genellikle cumhuriyet “ne olduğu”ile değil “ne olmadığı” ile tarif edilmeye çalışılmıştır.

    Türkiye’de “devlet kuran parti” olarak nitelenen Cumhuriyet HalkFırkası’nın ideolojisini oluşturan “cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık,devletçilik, devrimcilik ve laiklik” şeklinde ifade edilen “altı ok”unda demokrasiyoktur. Halkçılık dışındaki ilkeler totalitarizmi simgeler. Esasen “halkçılık”da “Kendi ideolojimiz istikametinde halkı yönlendirmek” anlamındaolduğundan bu ilke de totalitarizm kokmaktadır. Cumhuriyet, demokrasi ilebeslenmediği zaman sadece iktidar savaşında “siyasal” bir manevra olarakkalır. Cumhuriyetçilik bazen demokrasiden o kadar uzak olur ki M. ŞükrüHanioğlu gibi bazı akademisyenlerin cumhuriyetçiliği “demokratikleşmeninönünde engel” olarak tanımlamasına sebebiyet verir.

    Aristo, cumhuriyeti; “umumun menfaatini gözeten halk idaresi” diye tarifetmiştir. Montesquieu ise, cumhuriyet rejiminde üç ana kuvvet (yasama, yürütme,yargı) bulunduğunu; bunların birbirine karşı bağımsız ve denetlemeesasına göre işleyen, başında seçimle gelmiş yöneticilerin olduğu siyasi rejimolarak ifade etmiştir. 1789 yılında Fransa’da vuku bulan ihtilalle Avrupa’dakizalim krallık rejimlerine tepki olarak doğmuş bulunan cumhuriyet rejimi,zamanla cumhuriyete tamamen zıt rejimler tarafından, gerçek yüzlerini örtmekiçin kullanılmıştır Sosyalist ülkeler isim olarak cumhuriyet kelimesinibenimsemişler, fakat “halka rağmen halk için” düsturunu uygulamışlardır.Cumhuriyet ilk olarak ABD’de 4 Temmuz 1776’da, Fransa’da ise 1789’dailan edilmiştir.

    Şüphesiz bir dilde iki ayrı kavram hiçbir zaman aynı anlama gelmez. İkikavram % 90 aynı anlama gelse bile, % 10 farklı anlamda kullanılır. Cumhuriyetile demokrasi arasındaki ilişkide de aynı durum söz konusudur. Nitekimcumhuriyetin niteliklerine bakıldığında yaklaşık olarak demokrasininnitelikleriyle örtüşen şeyler zikredilir. Ama her ikisi tam tamına aynı şey değildir.Cumhuriyet daha çok bir rejim, demokrasi ise cumhuriyetin uygulanışşekillerinden biri olarak algılanmıştır.

    Bu uygulanış biçimlerinden yola çıkarak sloganik bir biçimde cumhuriyet-demokrasi farkını şu şekilde ortaya koyabiliriz:

    Cumhuriyet devlettir, demokrasi halktır.

    Cumhuriyet rejimdir, demokrasi yönetim ilkeleridir.

    Cumhuriyet bedendir, demokrasi ruhtur.

    Cumhuriyet toplumdur, demokrasi bireydir.

    Cumhuriyet kurumdur, demokrasi insandır.

    Cumhuriyet iktidardır, demokrasi hukuktur.

    Cumhuriyet kanundur, demokrasi hakkaniyettir.

    Cumhuriyet çoğunluktur, demokrasi azınlıktır.

    Cumhuriyet güçtür, demokrasi haktır.

    Cumhuriyet seçimdir, demokrasi adalet ve eşitliktir.

    Cumhuriyet laikliktir, demokrasi din ve vicdan hürriyetidir.

    Cumhuriyet üstten bakıştır, demokrasi hoşgörüdür.

    Cumhuriyet otoritedir, demokrasi özgürlüktür.

    Netice itibariyle cumhuriyet, sırf bu ismi taşıdığı için iyi veya değerliolamaz. Onun iyi veya kötü, değerli veya değersiz oluşu, dayandığı değerlere,benimsediği ilkelere, peşinden koştuğu amaçlara, kullandığı yöntemve araçlara bağlıdır. Bir şeyde aslolan o şeyin mahiyetidir; o şeyin mahiyetiise onun hakikatidir. İsimlerin değişmesiyle hakikat tebeddül etmez. Zülmeadalet külahını giydirmekle zulüm adalete dönüşmez. Bu bağlamdaBediüzzaman’ın “adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir”diyerek tarif ettiği cumhuriyet; istibdad-ı mutlak olarak uygulanan birincikısımdaki cumhuriyet değil, demokratik bir cumhuriyettir.

    4. İslâm ve Demokrasi

    Öncelikle İslâm’ın, insanların dünya ve ahiret mutluluğunu hedefleyenilahî kaynaklı bir din; demokrasinin ise, insanların kendi bilgi birikimlerinedayalı olarak ortaya koydukları bir yönetim biçimi olduğunu vurgulamak gerekir.Bu vurguyu yapmanın maksadı, bu iki kavramın, birbirinin zıddı veyabirbirinin alternatifi ya da birbiriyle tamamen uyuşan unsurlar gibi takdimetme gayretlerinin doğru olmadığını belirtmektir. Bu yüzden, İslâm’ı, bir dinolarak kendi kulvarında, demokrasiyi de bir yönetim şekli olarak kendi kulvarındadeğerlendirmek gerekir. Bunu yaparken, sadece kavramlara takılıpkalmadan, bu kavramların muhtevasını, objektif bir bakış açısıyla karşılaştırmakzarureti vardır.

    İslâm, çerçevesi belli bir yönetim biçimi öngörmemekle birlikte, Kur’an,Sünnet ve Hz. Peygamber’in (sav) uygulamalarından yönetimle ilgili bazıevrensel prensipler çıkarmak mümkündür. Bu prensiplerden hareketle dünyanınherhangi bir bölgesinde, dönemin ihtiyaçlarına, insanlarının kültürelyapısına, oluşan siyasî şartlara, zamanın ve coğrafyanın getirdiği imkân vezorunluluklara göre, yeni bir yönetim modeli geliştirilebilir.

    Sözlük anlamı itibariyle halîfe, “öncekinin yerine geçen” anlamına gelir.Hz. Peygamber (sav) savaş maksadıyla (gazve) şehir dışına çıktığındaMedîne’de yerine vekil olarak bıraktığı kişilere halîfe denildiği gibi, vefatındansonra devlet başkanı hüviyetiyle onun yerine geçen Hz. Ebû Bekir’ede halîfe denilmiştir. Hz. Ömer, halife olunca da ona “Halîfetü halîfetiResûlüllah (=Resûlüllah’ın halifesinin halifesi)” denmiştir. Fakat bu söylenişbiraz garip ve uzun olduğu için sonradan Hz. Ömer’e “Emîrü’l-Mü’minîn(=Mü’minlerin Emîri)” denilmeye başlanmıştır. Halîfelik İslâmî yönetiminmutlak adı olmadığı gibi, ilke ve sınırları belirlenmiş bir yönetim şekli dedeğildir. Genel yönetim prensiplerinden taviz vermemek şartıyla İslâmî yönetimininadı ve şeklinde zamanın şartlarına göre değişiklik olabilir. Esasenyönetim şekillerinde isim ve kavramlara pek takılmamak gerekir. Günümüzde pek çok krallık (monarşi) vardır, fakat yönetim şekli demokratiktir. Adıcumhuriyet olan pek çok devlet vardır, fakat gerçekte yönetim şekli monarşi,oligarşi, totalitarizm veya despotluktur. Çok partili döneme geçinceye kadarTürkiye’de de rejimin adı cumhuriyetti, fakat mahiyeti monarşi veya oligarşiidi. Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra Padişah’ın yerine tek adam (monarşi),daha sonra da ideolojik bir kadro (oligarşi) gelmiştir.

    5. Demokrasi İlkelerinin İslâm Açısından Değerlendirilmesi

    a. Millî Egemenlik Açısından: Demokraside egemenlik kayıtsız şartsızmillete ait iken, İslâm’da hâkimiyet Allah’a aittir. İslâm ile demokrasi arasındaen temel fark bu husus görünmektedir. Fakat bu husus zannedildiğikadar önemli bir fark doğurmamaktadır. Zira Allah bir hüküm vazederkenbunu kendisi için değil, kulları için koyar. Allah kullarını, kulların kendilerinibilmesinden daha iyi bildiği için bu hüküm insan fıtratına daha uygun olur.Allah’ın insanlar için hüküm koyması, büyüklerin kreş çocukları için düzenkoymasına benzer bir durumdur.

    Kur’an’da hukuk için esas alınacak 300 kadar âyet vardır. Bunların dabüyük bir kısmı kaide niteliğinde hüküm içerir. Kaynak olarak kullanılanhadislerin sayısı da 800 civarındadır. Bunların dışındaki kitaplar dolusu hükümlertamamen genel kurallardan çıkarılmıştır. Buna göre İslâm hukukununbüyük bir kısmının beşerî ağırlıklı olduğunu söyleyebiliriz.

    b. Seçme ve Seçilme Hakkı Açısından: Demokraside olduğu gibiİslâm’da da seçme ve seçilme hakkı vardır. Ancak İslâm’da bir kişinin devletbaşkanlığına doğrudan aday olması hoş karşılanmamıştır. Devlet başkanıolacak şahsın, ehl-i hal ve akd denilen kurul tarafından aday gösterilmesiuygun görülmüştür.

    Diğer taraftan geçmişte seçilen devlet başkanları ölünceye kadar başkanseçilirdi. Günümüzde bir kişinin ömür boyu devlet başkanlığı koltuğundaoturması, bir hayli problemli görünmektedir. Ayrıca seçilen devlet başkanınınbu görevi ömür boyu sürdürmesi gerektiğini ifade eden herhangi birâyet, hadîs ve Sünnet yoktur. Bu görüş tamamen Hz. Peygamber’den sonrakiuygulamalara dayanmaktadır. Günümüz İslâm hukukçularının büyükçoğunluğu devlet başkanının belli bir süreyle seçilebilmesinde bir mahzurgörmemektedirler

    c. Katılım Açısından: Demokraside olduğu gibi İslâm’da da vatandaşlaryönetime katılım haklarını, hem seçme ve seçilme haklarını kullanmak, hemde sivil toplum kuruluşlarındaki etkinlikleriyle bu hakların takipçisi olmaksuretiyle kullanırlar. İslâm tarihinde Müslümanlar, sivil toplum kuruluşlarıetkinlikleri vasıtasıyla yönetime katılımın en yüksek örneklerini vermişlerdir.İslâm tarihinde vakıfların, ahîlik teşkilatlarının, medreselerin, tekkelerin,imârethânelerin, kütüphanelerin, hatta mescidlerin yaygınlığı bu durumunen açık göstergesidir. Öyle ki vakıflar söz konusu olduğunda hemen herkes“İslâm bir vakıf medeniyetidir” sözünü dile getirmeden edemez. Günümüzdebu katılım daha da çeşitlendirilebilir ve yaygınlaştırılabilir.

    d. Özgürlük ve İnsan Hakları Açısından: Demokraside halkın yönetimekatılımı ve bu hususta eşit haklara sahip olmasından çok, hangi hak veözgürlüklere sahip oldukları daha önemlidir. İdeal anlamda hiçbir düşünceve rejim İslâm’la yarışamaz. Demokrasinin en önemli ayağı hak ve özgürlüklerolduğu için bu konuyu aşağıda “İki Ölçütlü Hak ve Özgürlük Teorisi”başlığı altında inceleyeceğiz.

    e. Eşitlik Açısından: Demokraside olduğu gibi İslâm’da da, her vatandaş,haklarını kullanmada ve yasalar önünde eşittir. Yasalar herkese aynı biçimdeuygulanır. Ancak İslâm, dinî inançları varoluşsal bir gerçeklik olarak kabulettiği için, dinler kendi mensuplarına farklı hükümlerin uygulanmasını öngörürse,İslâm bu farklılığı kabul eder. Bu hususta İslâm belli bir orandaçok hukuklu bir sistem öngörür. İslâm insanlara inandıkları gibi muameleedilmesini teklif eder. Ne Müslüman olmayanlara İslâm inançlarının, ne deMüslüman olmayanların inançlarının Müslümanlara dayatılmasını kabul etmez.İnançlar karşısında eşitlik ilkesini öne çıkarır.

    f. Farklı Görüşlere Saygı Açısından: Demokrasilerde olduğu gibiİslâm’da da her görüşe, her anlayışa ve her inanışa saygı gösterilmesi gerekir.Demokrasilerde insanlar görüş ve inanışlarını siyasî partiler yoluyla ortayakoyarlar. İslâm’da siyasî partilerin varlığını bütünüyle reddetmek mümkünolmamakla birlikte, bu durum İslâm’ın geniş anlamdaki tevhid ve uhuvvetanlayışıyla pek uyumlu olmadığı için, bu görüşlerin partiler yoluyla değil,günün şartlarına uygun başka araçlarla ortaya konması gerekir. Hz. Ömer,Hıristiyanları ilgilendiren bazı konularda onlarla danışırdı. Müslümanlarınyaşadığı ülkede başka inançtan olanlar varsa, -ki her zaman olmuştur- şurameclisinde onlara da yer verilmesi gerekir. Ayrıca hangi inançtan olursa olsunbütün vatandaşlar sivil kuruluşlar vasıtasıyla kendi taleplerini yönetimebildirme hakkına sahiptirler.

    g. Çoğunluğun Yönetimi Açısından: Demokrasi çoğunluğun yönetimidir.Çoğunluk, yönetimi, azınlığın haklarını koruyacak biçimde gerçekleştirmekzorundadır. Ancak hem yasama hem yürütme çoğunluğun elindeolduğu zaman, azınlık aleyhinde bazı uygulamalar olabilir. İslâm’da yürütme,çoğunluğun elinde de olsa, Kur’an, Sünnet ve İcmâ ile ortaya çıkan kesin hükümlerindışına çıkılamaz. Yani İslâm’da azınlık hakları daha ziyade korumaaltındadır.

    h. Hoşgörü Açısından: Ahlâkî alanda “hoşgörü” kavramını kullanmak“hoş” karşılanabilir, fakat hukuk alanında bu kavramı kullanmanın pek de“hoş olmayacağını” söyleyebiliriz. Hoşgörünün anlamı sözlüklerde müsamahave tolerans kelimeleriyle ifade edilir. Yani hoşgörü, bir şey hoş olmasa daonu hoş karşılama anlamına gelir. İyi ve güzel olan şeyin hoş karşılanmasısöz konusu olamaz. Onlar kendiliğinden iyi ve güzeldir. Onların hoş karşılanmayaihtiyacı yoktur. Fakat demokraside hak ve özgürlüklerle ilgili hususlar“görece doğru” sayıldığı için, kişi “Ben kendime göre haklıyım, karşı tarafhaksızdır; fakat o da kendisini kendine göre haklı saydığı için, onun haksızlığınıhoş görüyorum” demeli ve karşıt görüşler karşısında hoşgörülü olmalıdır.

    İslâm’ın konuya bakışı çok daha farklıdır: Bir konuda âyet, hadis ve icmâile sabit kesin bir hüküm varsa, bu hüküm bütün Müslümanlar tarafındanittifakla “doğru” kabul edilmelidir. İctihadî konularda ise her müctehidinhem isabet, hem hata etmesi söz konusudur. Bu konularda kişi şöyle demekmecburiyetindedir: “İctihadıma göre ben haklıyım, fakat hata etmiş olabilirim.Karşı taraf haksızdır, fakat isabet de etmiş olabilir. Dolayısıyla ben karşıtaraf için mutlak anlamda ‘Sen haksızsın’ diyemem.” Durum böyle olunca,kendi ictihadının haklılığı ve karşısındakinin de haksızlığı konusunda sahipolduğu delilleri ortaya koyar, fakat karşı tarafı mutlak haksızlıkla suçlayamaz,daima onun da haklı olabileceğini ve kendisinin haksız olabileceğinidüşünmelidir. Müslüman olmayanlara gelince, bir Müslüman onların doğruyolda olmadıklarını kabul eder, ancak onların bu şekilde inanmalarına Allahmüsaade ettiği ve sosyal hayatta onlara bu hakkı Allah verdiği için, kendisinde,onlara “karışma hakkı” görmez. Onların haksızlığını “hoşgörmek” yerine,bunun onlar için “kendilerine Allah tarafından verilmiş bir hak” olduğunainanır. Dolayısıyla Müslüman olmayanı kabahatinden dolayı “hoş görülecekbir kişi” olarak değil, bizzat “haklı” bir kişi olarak görür. Bir kişiyi “hoş görmek”gerçekte “haksız görmek” demektir. Haksızlıklar nereye kadar hoş görülebilirki! Fakat bir kişiyi haklı görürseniz, ona karışamazsınız. İşte İslâm’ınbakış açısı budur. İslâm’ın zuhurundan günümüze kadar İslâm memleketlerininher tarafında cami, kilise ve havraların yan yana bulunuşu bunun enaçık göstergesidir. Hiçbir Doğu ve Batı ülkesinde bu “haklı” görüş olmadığıiçin, en kısa zamanda istilâ edilen ülkelerden İslâm’ın ve Müslümanlarınizi silinmeye çalışılmıştır. Günümüzde de aynı zihniyet devam etmektedir.Avrupa’nın ortasında Sırpların Bosna’da yaptıkları en kahredici şey, masuminsanları öldürmenin yanı sıra özellikle camileri yıkmak olmuştur. Doğu’daArakan Müslümanlarına yapılan zulüm de Sırp vahşetinden geri kalan birşey değildir. Hatta bu yüzyılda Müslümanlar Batı zihniyetiyle yetiştikleriiçin birbirlerine karşı da aynı vahşeti gösterebilmektedirler.

    Demokraside farklılıklar hoşgörü şartıyla bir zenginlik kabul edilirken,İslâm’da “hak” ve “zorunluluk” olarak görülür.

    ı. Hukukun Üstünlüğü Açısından: Demokraside çoğunluğu elinde bulunduraniktidar, yönetimi hukukun üstünlüğü prensibine uygun şekildegerçekleştirmek mecburiyetindedir. Ancak kanunları da koyma yetkisininkendisine ait olması, bir nevi hukuku belirleme yetkisinin de kendisine aitolması neticesini doğurmaktadır. İslâm’da temel haklar, Allah ve Peygamber(sav) tarafından belirlenir. “Hak yücedir, onun üstüne çıkamaz.” ifadesi hadisolarak rivayet edilmiştir.

    Demokraside hukukun üstünlüğü sadece bu dünyadaki müeyyidelerledesteklenirken, İslâm’da ahiret inancıyla en kuvvetli desteğini bulur. Demokrasidehaksızlık yapan kişiyi yakalayıp cezalandırılmaz, ya da haksızlığıkanuna karşı hile yaparak gerçekleştirirse, zâlim zalimliğiyle, mazlum mazlumluğuylakalacaktır. Fakat İslâm’a göre bırakın bir insana haksızlık yapılmasınıbir hayvana dahi eziyet edilse, kişi mutlaka onun hesabını verecektir.Dolayısıyla İslâm’da “hukukun üstünlüğü” prensibi, inanç esaslarıyla desteklenenve vicdanlarda yerini alan bir husustur. Günümüzde Müslümanlarınböyle olmadıklarını biliyoruz. Bu durumda yapılması gereken şey, herkesinkendisini “ne kadar Müslüman olduğu” hususunda sorgulamasıdır.

    i. Kuvvetler Ayrılığı Açısından: Demokraside kuvvetler ayrılığı prensibiMontesquieu’den beri var olan bur husus olmakla birlikte, zihniyet itibariyleİslâm’da daha başından beri var olan bir ilke olmuştur. Hz. Peygamber (sav)döneminden itibaren kadılar serbest hüküm verme yetkisine sahiptiler. Yasamanınesasını teşkil eden ictihadlar da genellikle hür bir ortamda ortaya konmuştur. Müctehid imamlara yapılan zulümler daha çok itikadî ve siyasîsebeplerden kaynaklanmıştır. Bu baskılar sebebiyle hatalı ictihadlarda bulunduklarınıve bu ictihadların da fıkıh kitaplarımızda yer aldığını söyleyemeyiz.

    6. İki Ölçütlü Hak ve Özgürlük Teorisi

    İnsanın demokratik haklarını sınırlı bir şekilde saymak mümkün değildir.Zira insan hakları sınırlı sayıda değildir. Demokratik haklar içerisinde insaniçin en önemli olanları temel hak ve özgürlüklerdir. Günümüzde bunlarınneye göre tespit edileceği önemli bir problemdir. Her ne kadar ilkesel olarakbu haklarda bir görüş farklılığı yokmuş gibi görünüyorsa da tikel olaylarainildiğinde görüş farklılıkları hemen ortaya çıkar.

    Meselâ insanlar arasındaki cinsiyet farklılığı ister istemez bir düzenlemeyigerektirir. İnsanlar yaratılıştan kadın ve erkek cinslerine ayrılırlar veher ikisinin en azından biyolojik özellikleri farklı olduğundan, haklarındafarklı hükümler koymak gerekecektir. Sosyologlar “doğru düzen” için, toplumureferans alırlar. Yani onlara göre bu konuda sabit bir kriter yoktur;toplumun genel temâyülü hangi yönde ise düzenleme de o şekilde yapılmalıdır.Toplumlar arasında temâyül farklılıklara varsa, bu konudaki düzenlemelerde farklı olacaktır. Buna göre “doğru düzen” göreceli bir kavramdırve toplumdan topluma değişir; birinin “ahlâklı” dediği düzen, diğerine göre“ahlâksızlık” olabilir.

    Her toplumda yöneticiler kendi “düzen”lerinin doğru olduğunu söyler;birçok insan hakları savunucusu teşkilatı da bunun “ideolojik bir belirleme”olduğu iddia eder. Esasen her iki taraf da “kendi ideolojisine veya düşüncesinegöre doğru olanı” dayatmaktadır. Bu farklılıklara rağmen insan haklarıkonusunda hedonizme, bedensel hazza doğru bir kayış vardır. Bireysel hakve özgürlüklerin “başkalarının hak ve özgürlüğü” ile sınırlandırılmış olmasıönemli bir prensip olarak kabul edilmekle birlikte, toplumda bazı değer hükümleri“değer” olarak kabul edilmiyorsa veya “düşük değer” olarak değerlendiriliyorsa,bunları “yüksek değer”, “temel değer” olarak kabul edenler zarargörüyor demektir. Günümüzde “hukuk”un ve “yüksek değer”lerin hedonizmkarşısında gittikçe eridiğini ve hedonistlerin bir “insan hakları emperyalizmi”doğurduğunu söyleyebiliriz. Bu hedonizm hâkimiyeti, gittikçe o “insan”denen yüksek değeri yok edip tüketmektedir. Demokrasi, hedonizme yenikdüşmektedir.

    İslâm bu noktada şunları söylüyor: “Kendisinin dışında âlem-i gayb veâlem-i şehadette ne varsa her şeyin yaratıcısı Allah’tır. İnsanı yaratıp bu dünyayaimtihan için O göndermiştir. Yaratıcı, insan için neyin iyi neyin kötü olduğunudaha iyi bilir. Dolayısıyla emrettiği her şey sizin için iyi, yasakladığıher şey de sizin için kötüdür. İyiliğin ve kötülüğün, doğruluğun ve yanlışlığınölçüsü O’nun emir ve yasaklarıdır.”

    İslâm’ın, hayatın her alanıyla ilgili teklifleri vardır. Bunlar bazı konulardaözel, ama çoğunlukla geneldir. Bu konularda Allah hiç kimseye insanlar içinhüküm verme yetkisi vermemiştir. İş başına çoğunluğun iradesiyle de gelse,hiçbir yasama organının Allah’ın hükümlerinin var olduğu bir konuda yenihüküm koyma hakkı yoktur. Bu konuda devlet başkanı ile çoban eşittir. Ancakbu hükümler herkes için geçerli değildir.

    İşte burada iki türlü muhatap ortaya çıkıyor: İnananlar ve inanmayanlar.Allah hükümlerini işte bu iki gruba göre koyuyor: İnananlar için bütün hükümlergeçerli; inanmayanlar için fıtrat kanunları geçerli. Yani İslâm insanlaraiki ölçütlü bir sistem sunuyor: Mümin isen, Kur’an ve Sünnet’in hükümlerineuyacaksın; mümin değilsen Allah’ın fert ve topluma koyduğu yaratılışkanunlarına uyacaksın. Dolayısıyla inanmayanların İslâmî hükümlerin kendilerinetatbik edileceği endişesine kapılmaları boşunadır. Ama onlar da tamamenserbest bırakılmamışlardır, fıtrat kanunlarına uymakla mükelleftirler.

    İnsanın biri ferdî, diğeri toplumsal olmak üzere iki özelliği vardır. Meselâcinsiyet açısından insanlar kadın ve erkek olmak üzere iki cins olarak yaratılmıştır;bir üçüncü cins yoktur. Ancak bazı insanlar biyolojik olarak tekbir cinsin özelliklerini taşıdığı halde psikolojik bir yatkınlık sebebiyle kendicinsine yönelme hissine sahip olabilirler. Bu his sebebiyle aynı cins arasındaevliliklere cevaz verilemez. Bu kişilerin tedavisi mümkün ise tedavi edilmelidirler;[1] tedavileri mümkün değilse kendilerini karşı cinse ilgi duymamasıitibariyle özürlü gibi kabul edip gerekirse evlenmeden yaşamlarını sürdürmeyedevam ettirmelidirler. İslâm’a göre inanmayanlar için de homo-seksüelilişkiler yasaktır ve bunlar insan hakkı çerçevesinde mütalaa edilemez. Çünkübu tür ilişkiler fıtrat kanunlarına [2] aykırıdır. Yine Müslüman olmamakla birlikte bir kişi kız kardeşiyle ve kayınvalidesiyle evlenemez. Bu da toplumsalfıtrata aykırıdır. İş, yeme içme meselesine gelince insanın bedenine ağır derecedezarar vermeyen her şey serbesttir. Bu açıdan bakıldığında içki ferdîaçıdan yasaklanamaz. Ancak trafik kazası neticesinde başkasına zarar vermeihtimalinin yüksek olduğu durumlarda içkili araba sürme yasağı gibi bazıyasaklar getirilebilir.

    Buna göre İslâm, hak ve özgürlükler konusunda iki ölçüt sunmaktadır.Müslümanlar için Kur’an ve Sünnet; Müslüman olmayanlar için ferdî vesosyal fıtrat. İslâm’a göre cinsiyet değiştirme, homoseksüelik ve sübyancılariçin eylem özgürlüğü gibi hususlar insan hak ve özgürlüklerinden sayılamaz.

    İslâm’a göre insan eşref-i mahlûkattır, Allah’ın güzel isimlerinitecellîgâhıdır, yeryüzünün halifesidir, yer ve gök ona musahhar kılınmıştır,her şey elinde bir emanettir, Yaratıcı’nın koyduğu kanunlar dairesinde emanettenistediği şekilde istifade edebilir. Ancak emanete ve fıtrata hıyanetetme hakkı yoktur.

    Demokrasi konusunda sıkıntı Müslümanların tutumlarındadır. Aynıproblem diğer din mensuplarında da bulunmaktadır. İnananların bir kısmı lafızcı ve tutucudur. Mezhepleri ve ictihatları din yerine koymakta; diğerictihad ve mezhepleri kabul etmemektedirler. Bir kısmı da mümin olmaklabirlikte amelen Müslüman değildir. [3] Bu grubun sıklıkla sorudukları sorulardan biri “Bir Müslüman, hem Müslüman hem laik olamaz mı?” şeklindedir.

    Genel olarak laiklik “devlet yönetiminde herhangi bir dinin referansalınmaması ve devletin, dinler karşısında tarafsız olması” şeklinde tanımlanır.“Devletin, dinler karşısında tarafsız olması” şeklindeki kaydı esas alınırsaİslâm’ı da, Müslüman’ı da “laik” olarak tanımlamak mümkün olabilir. Çünküİslâm, kendisi de dahil olmak üzere bütün dinler karşısında tarafsızdır,sözgelimi ne Hıristiyanlara, ne de Hıristiyanlığa karşı bir müdahalesi olamaz.Burada ana duruş “Sizin dininiz size, bizim dinimiz bize” şeklindedir.Bediüzzaman’ın “bîtaraf kalmak, yani hürriyet-i vicdan düsturuyla dinsizlereve sefahetçilere ilişmediği gibi dindarlar ve takvacılara da ilişmez bir hükümettelakki ederim” yaklaşımında sergilediği laiklik anlayışa da bunu ifadeetmektedir.

    Laiklik tanımındaki “devlet yönetiminde herhangi bir dinin referansalınmaması” şeklindeki kayıt ise birçok yönden problemlidir. Öncelikle bukaydın mutlak geçerliliği yoktur. Dinler karşısında kendini tarafsız görenbir devletin, dinlerle ilgili herhangi bir düzenleme yapmaması düşünülemez.En azından devlet, dinî günleri ve haftalık tatilleri dinî esaslara göre ayarlar,dinin hak olarak gördüğü hususlarda geri çekilir ve dine ya özel bir hukukalanı bırakır, ya da Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nda olduğu gibi bazıdini müesseseleri bizzat içine alıp düzenler. Bu uygulamalar karşısında devletindini referans almaması gibi bir husustan söz edilemez. İkinci olarak, diğerdinlere aynı özgürlük tanınmak şartıyla, sözgelimi çoğunluğu Hıristiyanolan bir ülkede hukukun bu din esaslarına göre düzenlenmesinde ne mahzurolabilir. Meselâ Hıristiyanlığa göre nikah akdinin kilisede yapılması gerekiyorsave zina yasaksa, Hıristiyanlar için geçerli olmak üzere genel kanununbu şekilde hazırlanmasında ne mahzur olabilir? Tabii ki bu durum, inananlarındinlerinde samimi oldukları haller için geçerlidir. Eğer bir Hıristiyanınbundan şikayeti varsa, bu kişi samimi bir Hıristiyan değil demektir.

    Problem laiklik meselesi değil, herhangi bir dine mensup olan insanlarıno dinin gereklerini yapmak istememelerindedir. İslâm’ın da gerçek anlamdalaiklikle bir problemi yoktur; ama Müslümanların vardır.

    İman, ahlak, ibadet, muâmelat, ukubât, ekonomi ve devlet konuları itibariyleİslâm bir bütündür, parçalanamaz, bölünme kabul edilemez. Eğerbir Müslüman’ın uygulamada herhangi bir şikayeti varsa – ki benim dağlarkadar şikayetim vardır-, İslâm’ın ana kaynaklarını esas alarak çare üretmekmecburiyetindedir. Tarihte hiçbir zaman Müslümanların sıkıntıları bu kadaruzun süreli ve çok yönlü olmadı. Bu sıkıntılardan kurtulmak için herkesedüşen bir görev vardır.

    Ameli noksan Müslümanların laiklik konusunda sarıldıkları önemli birdelil “Dinde zorlama yoktur” ayetidir. Bu ayet, Müslüman olmayanı zorlaMüslüman yapmakla ilgili olup, Müslüman olanın üzerine düşen vecibeleriniyapmakla ilgili değildir. Bir öğrencinin bir okula kaydolduktan sonra, “benbu okulun şu derslerini kabul ediyorum, şu derslerini ise kabul etmiyorum”deme hakkı olmaz. Belli bir tahsil seviyesinden sonra özellikle bir fakülteye veya yüksek okula kaydolup kaydolmamak konusunda öğrenciler serbesttir.Kimse onları belli bir okula gitme hakkında zorlayamaz. Fakat okula kaydolduktansonra da, o okulun yönetmeliğine uymak mecburiyetindedirler. Kendi rızasıyla Müslüman olan kişi de İslâm’ın zorunlu hükümlerine uymakzorundadır. Hemen yukarıda ifade ettiğimiz gibi, İslâm bir bütündür, parçalanamaz.

    Bununla birlikte günümüzde “amelsiz Müslümanlık” revaç bulduğu için,kanun zoruyla insanları ibadetlere zorlamanın doğru olmayacağı kanaatindeyiz.Çünkü böyle bir düzenleme insanları mümin seviyesinden münafıkveya kâfir derekesine düşürebilir. Bu da büyük bir vebaldir.

    7. Said Nursî ve Demokrasi

    Devlete karşı hiçbir şey yapmadığı halde, devlet, kanun, cumhuriyet, rejim,laiklik adına Bediüzzaman Said Nursî kadar sıkıntı çeken bir başkasıolmamıştır. O devlete karşı gelenleri uyarmış ve sonra bir dağda inzivayaçekilmiş, devlet onu oradan alıp uzak diyarlarda başka bir dağ başına sürmüş,orada da insanlar gelip kendisini ziyaret edince ceza dahi veremeden yıllarcakendisini hapishanelerde çürütmüşlerdir. Bununla birlikte o, milletine hizmetetmekten geri durmamış, en zor şartlarda Risâle-i Nurları telif etme veNur talebelerini yetiştirme başarısını göstermiştir.

    O çok da kaliteli bir demokrasi hayali kurmamıştı. Onun tek istediğicumhuriyet, demokrasi ve laiklik adına dinin “zehir” olarak görülmemesi vedin hürriyetinin tanınmasıydı. Cumhuriyet fikir ve vicdan hürriyetinin engeniş anlamda tatbik edildiği bir rejimdir. Durum böyle ise dini inançlarısebebiyle insanların mahkûm ve muhakeme edilmeleri demokrasi ilkeleriyleasla bağdaşmazdı. Demokratlar dine taraftar olmak ve halka şefkat ve adaletlemuamele etmek mecburiyetindedir.

    Bediüzzaman “dine taraftarlık” anlamında da demokratlardan dine vedindarlara yapılan zulüm ve istibdadın kaldırılmasını, ezanın tekrar Arapçayaçevrilmesini, Risâle-i Nurların neşrine izin verilmesini, dinî değerleresahip çıkarak komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almalarını istemiştir.

    Netice itibariyle İslâm, insan hakları ve yönetim konularında Müslümanlariçin Kur’an ve Sünnet’i, Müslüman olmayanlar için ise fıtrat kanunlarınıesas alan iki ölçütlü bir demokrasi modeli sunmaktadır. İslâm nur vefazilet, fıtrat da insanlıktır.

    Özet

    Demokrasinin en önemli özelliklerinden birisi, insan hak ve özgürlüklerinesaygılı bir yönetim biçimi olmasıdır. Günümüz dünyasında insanlıkgiderek sekülerleşmekte, insan hakları da hedonizm temeline oturtulmayaçalışılmaktadır. İslâm insan hak ve özgürlükleri konusunda iki ölçütlü birsistem sunmaktadır: Müslümanlar için Kur’an ve Sünnet; Müslüman olmayanlar için yaratılış ve fıtrat. Bu sebeple İslâm yönetim biçimini “iki ölçütlüdemokrasi” olarak nitelemek mümkündür. İslâm fazilet; fırtat insanlıktır.

    Anahtar Kelimeler

    Demokrasi, İslam demokrasisi, cumhuriyet, hak ve özgürlükler, demokrat,fıtrat

    Abstract

    A feature of democracy is its being an administrative system respectful tohuman rights and freedoms. In our time humanity gets more and more secularand there are attempts to base human rights on hedonism. Islam presentsa double measure system concerning human rights and freedoms: they areQuran and sunnah for Muslims and creation and nature for non-Muslims.Therefore it is possible to consider the Islamic administration system as “atwo-parameter democracy. Islam is virtue and nature is humanity.

    Key words

    Democracy, Islamic democracy, republic, rights and freedoms, democrat,nature

    Dipnotlar:

    [1] Psikolojik hastalığı olanlar genellikle kendilerini hasta kabul etmezler. Bu husus en çok homoseksüellerdegörülür.

    [2] Homoseksüellerin neden kendi cinslerine ilgi duydukları bilimsel olarak kanıtlanamamıştır. Ancak butemâyüllerin oluşmasında, partnerler arasındaki cinsel olmayan sevgi hareketlerinin ve tatmin edici birliktelikkurma arzularının tesiri olduğu da genel olarak kabul edilen bir husustur. Bu durumu psikolojik bir sapkınlıkolarak değerlendirebiliriz.

    [3] Bediüzzaman Said Nursî Dokuzuncu Mektupta bu problemi şöyle tartışıyor:Ulema-i İslâm ortasında “İslâm” ve “iman”ın farkları çok medar-ı bahis olmuş. Bir kısmı “İkisi birdir,” diğerkısmı “İkisi bir değil, fakat biri birisiz olmaz” demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan etmişler. Benşöyle bir fark anladım ki:İslâmiyet iltizamdır; İmân iz’andır. Tabir-i diğerle, İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; İmân ise,hakkı kabul ve tasdiktir.Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bircihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; “dinsiz bir Müslüman” denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördümki, ahkâm-ı Kur’âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar; “gayr-ı müslim bir mü’min” tabirinemazhar oluyorlar…