Köprü Anasayfa

Medeniyet

"Kış 2003" 81. Sayı

  • Din ve Medeniyet

    Süleyman Uludağ

     Prof. Dr., Uludağ Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.

    Tarih boyunca din-medeniyet ilişkileri, dikkate değer ve üzerinde durulmasıicap eden tezahürler göstermiştir. Hemen hemen bütün dinlerde din-medeniyetilişkileri çeşitli süreçlerde az çok değişik görüntülere sahne olmuştur.Bu görüntülerin olumlu ya da olumsuz olarak nitelendirilmesi, çoğu zaman buhususu inceleyen araştırıcıların yaklaşım tarzına ve eğilimlerine bağlıdır.Bununla beraber söz konusu görüntü ve değişiklikleri yaşayan toplumlardabir kesim bunları olumlu olarak nitelerken, öbür kesim olumsuz nitelemiştir.

    Yer kürenin her yerinde ve her zaman diliminde din-medeniyet ilişkilerininfarklı tezahürlerine rastlanmakla beraber, bizim açımızdan vahiy kaynaklıilahî dinlerle, medeniyet ilişkisi ayrı bir öneme sahiptir. Günümüz insanınıen fazla ilgilendiren de bu çerçevedeki din-medeniyet ilişkisidir. Kur’an-ıKerim’de işaret edilen ve ipuçları verilen söz konusu ilişkilerin büyükbir kısmı da ilahî dinlerle ilgilidir.

    Din kelimesinin kelime ve terim anlamını, ayrıca tanımını bilinen birhusus olarak kabul ederek, medeniyet kelimesi üzerinde kısaca duralım:Medeniyet, şehir, kasaba ve yerleşim anlamına gelen Medine (çoğulu: müdün,medâin) kökünden gelir. Böyle bir yerde oturanlara da medeni/şehirli veyakasabalı denir. Medine, ikamet etmek ve bir yerde oturmak anlamına gelen"müdün" kökünden gelir. Bazılarına göre itaat ve mülk anlamınada gelir. Medine ikamet anlamına geldiğinden Hz. Peygamber’in yerleştiğiYesrib şehrine, önce "medine-i Resûl", sonra Medine denilmiştir.Bu şehirden olanlara "medenî" denirken, her hangi başka bir şehirdeikamet edene de "medînî" denilmiştir. Medînî olmayanlara yanikonar göçerlere, yurtlarda ve okullarda yaşayanlara da "bedevî"denilmiştir. Bedevî aslında çölde yaşayan anlamına gelmekle beraber, bozkırlardayaşayan konar göçerlere veya buralardaki yurtlarda ve obalarda yaşayanlarada bedevî denir. Şehir kurmaya "temdin", şehirleşmeye "temeddün"denir. "Temedyene" kelimesi nimet ve refah içinde olmak anlamınagelir. (bk. Asım Efendi, Kâmus trc, IV, 760) Kur’an’da, "medinî"kelimesi şehir ve kasaba anlamında kullanılmış, çölde yaşayanlara da"Arab", A’râb" denilmiştir. (bk. Tevbe, 9/90, 97, 98, 99, 101,120; Hucurat, 49/14) Kur’an’da bedevî kelimesi geçmez ama aynı kökten ve aynıanlama gelen "Bâd", "Bâdûn" ve "Bedv" (bk.Yusuf, 12/100, Hac, 22/25; Ahzab, 33/20) kelimeleri geçer.

    Kur’an’da göçebe yerleşik/mukîm, bedevî-medenî; köylü-kentli, kırsalhayat-kentsel hayat biçimleri çeşitli şekillerde ifade edilmiştir. Aynıdurum hadislerde de görülmektedir. Tarihte de geriye doğru gidildikçeinsanların büyük bir kısmının göçebe hayatı yaşadıkları ya da köy,yurt ve oba gibi küçük ve basit yerleşimlerde yaşadıkları; gününüze doğrugelindikçe bu durumun tersine döndüğü, kırsal kesimden kentsel hayata doğrubir akışın olduğu, zaman zaman bu akışın hızlandığı görülür. Bunamedenileşme/şehirlileşme (temeddün) denir; tarihsel süreç böyle işlemektedir.Tek tük şehirlerinin şehir hayatını terk ederek kıyıda köşede inzivayaçekilmesi çok ender görülen ve hiçbir zaman genel bir eğilim halinegelmeyen bir husustur. Bu durum çoğu zaman şehir hayatının kırsal hayatatercih edilmesiyle ilgili olup, tercih sebebi de genellikle rahat ve güvenlik içindeyaşama, ihtiyaçları kolayca karşılama arzusudur.

    Kur’an’da ve hadislerde Medine kelimesinden başka karye/kura (çoğul),belde/bilad, dar/diyar, mısr/emsar kelimeleri de şehir ve kasaba anlamındakullanılmış, peygamberler de buralara gönderilmiştir. "Medyen’e Şuayb’ıgönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibadet ediniz…" (A’raf, 7/85;Hud, 11/84) Hz. İbrahim Irak’taki antik kent Ur’a, Hz. Musa kadim uygarlığınbeşiği Mısır’a peygamber olarak gönderilmişlerdi. Hz. Davud ve Hz. SüleymanKudüs’te görev yapmışlardır. Hz. İsa Nâsıra kasabasındandı. Kur’an-ıKerim’de kendilerine peygamber gönderilen kavimlerden de bahsedilerek denilirki: "Ad kavmine kardeşleri Hûd’u gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’aibadet ediniz, sizin O’ndan başka ilahınız yoktur…" "Semûd’akardeşleri Salih’i gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibadet ediniz, sizinondan başka ilahınız yoktur…" (bk. Hud, 11/50, 61) Ad ve Semud yerleşikhayat süren kavimlerdi. Ad kavminin muhteşem sarayları vardı; eşsiz bağ vebahçelere sahipti. (Şuara, 26/128, 133) Semûd kavmi vadilerdeki kayalarda barınacaklarıyerler yapmışlardı. (bk. Fecr, 89/9; Hicr, 15/82; Şuara, 26/149, A’raf,7/74) Gerek Ad ve gerekse Semûd kavmi, refah içinde tantanalı ve debdebelibir hayat yaşıyorlardı. Hz. Nuh’un kavmi de öyle idi; gemi yapımındaustalaşmışlardı. Hz. Peygamber de Hicaz bölgesinin en önemli şehri olanMekke’de davet hareketini başlatmıştı.

    Demek oluyor ki, Kur’an’da bahis konusu edilen peygamberler Mezopotamya, Mısır,Filistin gibi eski uygarlıkların bulunduğu şehirlere kurtarıcı ve uyarıcıolarak gönderilmişlerdi. Şüphesiz ki, göçebe kavimlere de peygamberler gönderilmiştir.Fakat bunlara dair fazla bilgi sahibi değiliz. Kur’an’da ve hadislerde daha çokşehirlere gönderilen peygamberlerden bahsedildiğinden, şehir-din bağlamındamedeniyet-din ilişkileri son derece önemlidir.

    İnsanlar ister göçebe, ister yerleşik hayatı yaşıyor olsunlar, doğal/zorunluolarak toplu halde yaşarlar. Bu iki toplumdan her biri, kendilerine özgü birtakım niteliklerle öbüründen ayrılır. Bu husus öteden beri, bilinmekleberaber, ilk defa ciddî ve ilmî bir şekilde İbn Haldun tarafından ele alınmış,incelenmiş, bedevîlik-hadarilik (bedavet-hadaret) ayrımı yapılmış, aralarındakifarklar ve ilişkiler tespit edilmeye çalışılmıştır. XVIII. asırdanitibaren de pek çok Batılı sosyolog, antropolog ve etnolog bu hususu daha ayrıntılıolarak çeşitli yönlerden incelemişler, toplumları değişik şekillerde sınıflandırmışlardır.Toplumları ibtidâî/ilkel/vahşi; medenî/uygar şeklindeki sınıflandırmakson iki asırda adet olmuştur. Aslında tarih boyunca ve gününüzde görülentoplumları kesin çizgilerle bu şekilde ikiye ayırmak mümkün değildir.Zira toplumlarla ilgili sınıflandırmalar bundan ibaret değildir, daha başkapek çok sınıflandırmalar da vardır. Bu sınıflandırmalar birbirinden azçok farklıdır. Meselâ toplumları bedevî-hadarî olarak sınıflandırmakilkel-uygar şeklindeki sınıflandırmadan farklıdır; ama aralarında birhayli benzerlikler ve ortak noktalar da mevcuttur.

    İki tür toplumdan söz edilmesi iki tür sosyolojiden, hatta iki türpsikolojiden söz edilmesi sonucunu da doğurmuştur. Buna göre söz konusu ikitip toplum din, ahlak, hukuk, aile, iktisat, sanat, örf ve adet bakımındanbirtakım belirgin özelliklerle birbirinden ayrılır. Burada bizi ilgilendirendin, inanç, ibadet ve ahlak itibariyle söz konusu iki toplum arasındaki farklılıktır.Yer yer Kur’an ve hadislerde bu hususlara işaret edilmiştir.

    Fazla ayrıntıya girmeden şimdilik şu soruyu soralım: "Acabapeygamberler neden genellikle şehirlere gönderilmiştir?" Bu sorununcevabı, "Allah Teala niçin peygamber gönderir?" sorusuna verilecekcevapla benzerlik gösterir. Bu cevap da kısaca şudur: Bir belde, bir şehirve bir kavim yolunu kaybedip sapık inançlara, ibadet biçimlerine, ahlakenbozulmaya ve yozlaşmaya meylettiğinde ve bu gibi hususların içine iyice dalıpçürümeye ve kokuşmaya başladığında.

    Bunun böyle olduğunu gösteren binlerce ayet bulunduğu için bununla ilgiliayetlerin meallerini aktarmaya ihtiyaç duymuyoruz. Yüce Allah gönderdiğikitapları ve peygamberleri belli bazı sıfatlarla niteler. Mesela Allah Tealada, Kur’an-ı Kerim de, Allah Resûl’ü de hâdi/rehberdir, hidayete erdiren veyol gösterendir. Kime? Yolunu kaybetmiş, gayesini unutmuş, hedefini şaşırmışve azıtmış kişilere. Davet, tebliğ, inzâr ve benzeri sıfatlar da aynı,anlama gelir. Batıla saplanıp kalanları hakka davet, doğruyu bilmeyenlerehakikati tebliğ, azgınlaşanları uyarma vahyin amacı, peygamberlerin görevidir.

    İslam dinine göre, temiz ve hak din üzerine olmak asıl, manen kirlenmek vebatıla sapmak arizîdir. Bununla beraber her iki husus da süreklidir. Herzaman hak üzere bulunanlar da, batıla sapanlar da olagelmiştir. İlk insanHz. Adem hem temiz, hem de hak üzere idi. O’nun hatası ise arizi idi ve aflasilinmişti. Aynı şekilde, her insan da fıtrat üzere, yani temiz olarak doğar.Kirlenmesi ve yanlış yol tutması arizîdir, düzeltilebilir mahiyettedir. Şuhalde vahiy ile gönderilen peygamberlerin amaçları sonradan yolunu yitirmişve şaşırmış insanları ve toplumları temiz ve hak üzere oldukları ilkhale döndürmektir. Başka bir ifade ile onları fıtrata ve tabii/doğal haledöndürmektir. Dindarlıkla fıtrat, tabiat ve hilkat arasında sıkı bir bağvardır. Onun için din, insanların hilkata, fıtrata ve tabiata karşıdikkatli ve hassas olmalarını, doğal durumları ve nitelikleri bozmamalarınıister. "Sen yüzünü hanif, hak dine, Allah’ın insanları yaratmış olduğufıtrata çevir. Allah’ın yaratışında, değişme yoktur. İşte, dosdoğrudin budur. Fakat halkın çoğu bunu bilmez." (Rum, 30/30) Bundan dolayı,bir insanın durup dururken hilkati ve bedeni üzerinde değişiklik yapmasınasıl yanlış ise, hak din, inanç, ibadet ve ahlak üzerinde değişiklikyapması da öylece yanlıştır. İnsanı insan yapan şey, doğal hal üzereolmasıdır.

    Şehirlere, kasabalara ve yerleşim yerlerine gönderilen peygamberlerdenbahseden Kur’an der ki: "Gerçek şu ki: Halkı habersizken Rabb’in ülkelerizulümle mahvetmez" (En’am, 6/131, 92) "Halkı iyi olduğu haldeRabb’in zulümle beldeleri helak etmez." (Hud, 11/117). Denk duruma tekmikyoktur. Bir toplum durup dururken cezalandırılmaz, sebepsiz olarak batmaz."Nice karyeler/beldeler vardır ki, sakinleri zalim oldukları için helakettik…" (Hac, 22/45, 48; Enbiya, 21/26) Demek ki, yüce Allah halkızalim olan nice beldeleri, ülkeleri ve kavimleri mahvetmiştir. Zulüm ve haksızlıkmahvolma sebebidir. Zulümle âbâd olan sonunda berbad olur. Allah’a şirk koşmak,ondan başkasına tapmak, kul hakkı yemek ve ahlaksızlık zulümdür.

    Ama bir belde hakkı, bir toplum zulmetmeye başlar başlamaz hemen cezalandırılmaz;Allah Teala, düşünüp taşınmaları ve akıllarını başlarına almaları içinönce peygamber göndererek onları uyarır, hatta bir kere değil, birkaçsefer uyarır. Uyarıyı dikkate almayıp kendilerine çeki düzen vermemelerihalinde onları bekleyen trajik sonucun bir resmini önlerinde koyar, doğrukarar vermeleri için de mehil verir. Bütün bunlara rağmen azgınlaşan ve kötülükyapmaktan vazgeçmeyen toplumları hak ettikleri cezaya çarptırır.

    "Nice ülke halkları vardır ki, zulmedip durdukları halde onlara mühletverdim, sonra onları yakalayıverdim. Dönüş banadır." (Hud, 11/102;Hac, 22/48)

    Refah, servet, zenginlik, mal, mülk kısaca ekonomik güç çoğu zamaninsanları azgınlaştırır, hak hukuk tanımaz hale getirir. Bunlar kimseyi dedinlemezler. Kapitalist ve emperyalist bir düzen kuran milletlerde de bu durumgörülür.

    "Bir ülkeye uyarıcı gönderdiğimizde, oranın refah içinde yaşayanları"biz sana gönderileni reddediyoruz" derler. (Sebe, 34/34; Zuhruf,43/23) Hz. İsa’nın dinine de, İslam’a da ilk karşı çıkanlar bunlardı.

    "Lut’a hüküm verdik, o’nu pis işler/habâis yapılmakta olan beldedenkurtardık. Zira o, gerçekten kötü işler yapan bir kavimdi." (Enbiya,21/74) Hz. Lut’un kavminin yerin dibine geçirilmesinin sebebi, ahlaksızlarıve cinsel sapkınlıkları idi.

    Yerleşik hayat yaşayanların zamanla siyasi ve ekonomik güçlerini artırmalarıçoğu zaman bu gücü nefsin arzularını ölçüsüz ve gayri meşru bir şekildetatmin etmelerine, bu da ahlaksızlığa sebep olur. Bunun doğal sonucu daAllah Teala’nın onları helak ederek cezalandırmasıdır. Bu süreç tarihboyunca hep böyle işlediğinden Hak Teala: "Mahvettiğimiz hiçbir bölgehalkı yoktur ki, hakkında belli bir yazgı/kitap olmasın" (Hicr, 15/4)buyuruyor. Toplum düzenine ve tarihin akışına egemen olan Allah’ın kanunubudur. Kur’an’da defalarca bu tarihsel ve toplumsal yasaya işaret edilmiştir.

    "Kafirlere de ki: Eğer tutumlarını değiştirirlerse geçmişteki günahlarıaffolunur. Eğer geri dönerlerse öncekilere uygulanan kânun/sünnet ortadadır."(Enfal, 8/28; Hicr, 15/13; Fatır, 35/43; Kehf, 18/55)

    "Daha öncekilere uygulanan Allah’ın kanunu budur. Ve bu kanunda bir değişiklikbulamazsın." (Ahzab, 33/62)

    "Onlar yeryüzünde büyüklük taslıyor ve kötü tuzaklar kuruyorlardı.Oysa kişi kazdığı kuyuya kendi düşer. Onlar, daha evvelkilere uygulanankanundan başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın kanununda asla değişiklikbulamazsın. Allah’ın kanununda kesinlikle bir sapma da göremezsin." (Fatır,36/43)

    "Daha evvelkiler hakkında da Allah’ın kanunu böyle idi. Allah’ın emri/işimutlaka gerçekleşen bir kaderdir." (Ahzab, 33/38)

    Kur’an insanları yeryüzünde dolaşmaya, mahv ve helak olan kavimlerin bıraktıklarıharabe halindeki kaleleri, şehir kalıntılarını ve bıraktıkları dikili taş,piramit, heykel, su kemeri, kayalara oyulmuş kral mezarlarını, tapınaklarını,oyun ve eğlence için inşa ettikleri yerleri ve saray enkazlarını görüpibret almaya ve bunlardan ders çıkarmaya davet eder. Bahis konusu şeyler hepmedeniyetlerin ve teknolojilerin ürünleridir.

    "Yeryüzünde gezin de cürüm işleyenlerin akıbetlerinin nasıl olduğunabakın." (Neml, 27/69)

    "Bakın zalimlerin akıbeti nasıl oldu." (Yunus, 10/39, 73),

    "Bakın! Fesatçıların akıbeti nasıl oldu!" (A’raf, 7/86, 103, 84,128)

    İnsan tarihin üstünü örten sis perdesini aralayarak antik medeniyetlerdenkalan arkaik eserlere ibret ve hikmet gözüyle baktığı zaman yüce Allah’ınKur’an’da ne demek istediğini daha iyi anlar. Arkeoloji bu bakımdan önemlidir.

    Kur’an’da ve hadislerde bedevî ve göçebe toplumlar hakkında bazı değerlendirmelervardır. "Bedeviler kafirlik ve münafıklık bakımından hem daha katı,hem de Allah’ın Resûlüne indirdiği hükümleri tanımamaya daha yatkındırlar.Allah her şeyi bilir, hikmet sahibidir." (Tevbe, 9/97, 90)

    Bedevîleri /a’rabı kötüleyen iki ayetten sonra şu mealdeki ayet gelir:"Öyle bedevîler de vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe inanır. (Hayırolmak üzere) yaptığı harcamaları Allah katında yakınlık ve Peygamber’inşefaatına erme vesilesi edinir. Bilesiniz ki bu onlar için bir yakınlıkvesilesidir. Onlar Allah’ın rahmetinde/Cennetinde olacaklardır." (Tevbe,9/99)

    Demek ki, bedevîlerin kötüsü de iyisi de vardır. Bedevîlik mutlak olarakiyidir veya kötüdür denemez.

    Diğer taraftan yüce Allah müminlere şöyle hitap ediyor: "Çevrenizdekibedevîlerden ve Medine hakkında münafıklıkta katılaşan bir takım münafıklarvardır. Onları sen bilemezsin, biz biliriz, onlara iki kez azab edeceğiz,sonra da korkunç bir azaba atılacaklardır." (Tevbe, 9/101) Bu ayette debedevîlerin yanısıra Medine halkının içinde münafıklığı katı, iki yüzlülerinbulunduğu haber verilmektedir. Medine’de çok sayıda münafığın bulunduğuKur’an’da ve hadislerde haber verilmiştir.

    Bununla beraber peygamberlerin şehir ve kasaba ahalisine gönderildikleri,onları dinlemedikleri için de çeşitli şekillerde cezalandırıldıklarıdikkate alınırsa günah ve cürmün daha çok şehirlerde işlendiği, ahlaksızlığınve haksızlığın daha fazla buralarda yaygın olduğu söylenebilir. Bunadayanarak İbn Haldun şehirlilere/hadarilere nazaran bedevîlerin/kırsalkesimde yaşayanların dine daha yakın olduklarını ve ahlakça da daha iyidurumda bulunduklarını savunmuş, bununla da yetinmeyerek şehirlerin birbozulma ve yozlaşma ve fıtrattan uzaklaşma yerleri olduğunu göstermeye çalışmıştır.

    Şehirlerde oturan hadarilerin/medenilerin konar-göçerleri, göçebeleri ve köylüleriçok eski tarihlerden beri horladıkları, onları kaba saba insanlar olarak gördükleribilinmektedir. "Ehl-i kurâ, ehl-i kubûr", köydekiler kabirdekilergibidir, sözü meşhurdur. Bu durumun hadislere ve fıkıh/hukuk kitaplarınabile yansıdığı görülür. Ebu Davud’un es-Sünen’inde bir kanunun başlığışöyledir: "Bedevînin/köylünün şehirli hakkındaki şahitliği geçerlideğildir." (es-Sünen, Kitabu’l-ekyize, Bab, 17)

    Şehir hayatını bırakıp çöldeki hayata dönen Seleme’ye Haccac:"Bedevî hayat tarzına dönmekle istirdâd etmek mi istedin?" diyesorunca: Seleme; "Hayır, ama Allah Resûlü çölde bedevî olarak yaşamamaizin verdi." (Buhari, Fiten, 14; Müslim, İmaret, 82) cevabını vermişti.Bu durum, Medine’den ayrılıp çölde yaşamayı Sahabenin hoş karşılamadığınıgöstermesi bakımından önemlidir. Buhari sadece fitne zamanında şehirdenayrılıp çölde ve kırlarda yaşamanın caiz olduğunu göstermek için buhadisi rivayet etmiştir.

    Ebu Davud’da sadece fitne zamanı şehirden ayrılıp çöllerde ve kırlarda yaşamanıncaiz olduğunu göstermek için bir hadis rivayet etmiştir. (es-Sünen,Kitabu’l-fiten Ve’l-melahim, Bab, 4)

    Medeniyetin göstergesi olan şeddadî binalar, müstahkem kaleler ve gökdelenlerkıyamet alametlerinden kabul edilir. (Buhari, Fiten, 25; Müslim, İman, 1)

    Konuyla ilgili metinlerde bir yandan kentten köye, kırsal yörelere göç hoşkarşılanmazken, diğer yandan kıyamet yaklaştığında şehirlerden göç vekaçış tavsiye edilmiştir. Bunun sebebi, kıyamet yaklaştıkça işlenen günahlarınve cürümlerin köyden ve kırsal yörelerden çok şehirlerde vukuagelmesidir. Başka bir deyişle şehirlerin bozulma ve yozlaşmanın merkezleriolmasıdır.

    İlahî dinlerin, bu arada İslam’ın maddiyattan çok maneviyata, cismaniyettenfazla ruhaniyete ve dünyadan ziyade ahirete önem ve değer verdikleri dikkatealınırsa, bu hususun neden böyle sunulduğunu anlamak kolaylaşır.

    İslam düşünce tarihinde hükema denilen Müslüman filozoflar vebunlardan esinlenen diğer bazı bilginler "insan medenî bi’t-tab’dır."deyimini kullanır. Bu deyimi sosyal ve tarihsel bazı problemleritemellendirmede, bazen de çözümlemede anahtar bir kavram olarak kullanırlar.Bununla neyin kastedildiğini İbn Miskeveyh şöyle açıklıyor:

    "Daha önce açıklamıştık ki: İnsan tüm öbür canlılar arasında özünüerginleştirme hususunda kendi kendine yeterli değildir, iyi bir ömür sürmesive işlerinin doğru dürüst yürümesi için çok sayıda kimsenin mutlaka onayardımcı olması lazımdır. Bundan dolayı hükema/filozoflar insan ‘medenîbi’t-tab’, yani tabiatı gereği medenidir, demişlerdir. İnsanî mutluluğugerçekleştirmek için bir çok kişinin bulunduğu Medine’ye/şehire muhtaçtır.Hem tabiî hem zaruri olarak herkes başkalarına muhtaçtır. Bu yüzden oinsanlarla iyi ilişkiler kurmak ve onları samimi surette sevmek zorundadır.Çünkü onlar onun özünü erginleştiriyor ve insanlığını tamamlıyorlar.O da ötekilerine karşı aynı şekilde davranıyor. Doğal ve zorunlu olarakdurum bu olunca akıllı ve ârif bir insan nasıl yalnızlığı ve tek başınayaşamayı tercih eder ve başkalarındaki fazileti görüp, nasıl onlarla ilişkileriçinde bulunmaz." (bk. Tehzibu’l-ahlak, Kahire 1320, s. 23; Maverdi,Edebu’d-dünya Ve’d-din, Kahire 1973, s. 132.)

    Müslüman alimler: "İnsan doğal olarak toplumda yaşar" anlamınagelen "insan tabii olarak medenidir" sözüyle yalnız ve tek başınayaşamayacağı hususunu vurgulamışlardır. Bu anlamda ilkel ve bedevî, göçebekavimler de medenidirler, şehirlerde oturmasalar ve yerleşik hayat sürmeselerbile. Çünkü onlar da toplum halinde yaşamakta, yardımlaşarak birbirininihtiyaçlarını gidermektedirler.

    İbn Haldun, "insan için toplum hayatı yaşamak zorunludur. İnsan tabiiolarak medenidir." sözüyle bu hususu dile getirmiştir. Yani, insanlarınbir arada yaşamaları/ictimâ zorunludur. Onlar bu hususu medine/site (şehir)terimiyle ifade ederler. Umran’ın manası da bu demektedir. (Mukaddime, Tunus1984, s. 77) Bundan dolayı İbn Haldun, biri hadari umran diğeri bedevî umranolmak üzere, umranı ikiye ayırır. Tıpkı yerleşik toplumlar gibi, konar-göçertoplumların da kendilerine özgü bir medeni/ictimâi yaşayışları ve kültürleribulunduğu tespitini yapar.

    Taşköprîzade, özetle bu konuda şunları söyler: "Malum ola ki, insannev’inden bütün milletler, insanoğlunun her sınıfı ‘medenî bi’t-tab’dır.Sayıları çok az olan Allah’ın koruması altındaki insanların hepsi, celb-imenfaat ve def-i mezarrat tabiatı üzere bulunur. Bunun neticesinde fertlerdenher biri, öbürünün elinde olanı almak, elinde olanı da başkasınavermemek için mücadele ederler. Bu da ya savaşa veya düşmanlığa yol açar.Bunun için herkese eşit olarak uygulanmak üzere hükümler ve kanunlarkonulmuştur. Siyaset ilmi öyle bir ilimdir ki, devlet başkanlıklarınınnevileri, siyaset tarzları ve temeddün cihetinden olan içtimaât/cemiyetler…o sayede bilinir ve onun ahkamıdır. Faydası ise, medenî içtimaların iyiyolunu bilmektir…"

    Siyaset ilmi devlet başkanları ve adamları için faydalı olduğu gibi, sairfertler ve şahıslar için de faydalıdır. Buna "sair nas dahi temeddünve istinâs için muhtaçtır. Zira insan medenî bi’t-tab’dır. Ve her şahsavaciptir ki medine-i fazılayı mesken edine ve orada ikameti tercih ede. Vedahi kendisi ehl-i Medine’ye vech ile nâfi ve onlardan ne gûne muntefi’dir,bilmek gerektir. (Mevzuatu’l-ulum, I, 432-433; Nasiruddin Tusi, Ahlak-ı Nasırî,Tahran, ts. s. 74)

    Farabi’den sonra filozofların ve diğer yazarların sıkça tekrarladıklarısiyaset-i medine denilen şey budur. İslam filozofları siyaset-i medineyi, kısacasiyaseti tehzib-i ahlak ve tedbir-i menzil gibi amelî/pratik bir hikmet dalıolarak incelemişlerdir. Tarihçiler ve ahlakçılar zaman zaman bu konu üzerindedurmuşlardır. Bu hususları aşarak medeniyet ve kültür konularını bağımsızbir ilmin konusu olarak ele alan ve inceleyen, buna da ilm-i umran veya ilm-iictimâ adını veren ilk yazar ve düşünür İbn Haldun’dur. Umran, tarihfelsefesi, medeniyet tarihi ve kültür tarihi gibi ilim dallarında incelenenhususları kapsamaktadır.

    İbn Haldun’un da zaman zaman işaret ettiği üzere yeryüzünde bir çokmedeniyetler kurulmuştur. Bu medeniyetler belli bir süre yaşadıktan sonrayerlerini başka medeniyetlere terk etmişler, kısmen yok olurken, kısmen yenikurulan medeniyet içinde çeşitli şekillerde varlıklarını sürdürmüşlerdir.Eski Mısır, Mezopotamya, eski İran, Hindistan, eski Yunan, Roma, Çin ve OrtaAsya başlıca medeniyet havzaları ve bölgeleridir. Amerika kıtasında da İnkalara,Mayalara, Azteklere ait medeniyetlerin bulunduğu bilinmektedir.

    İslam medeniyetinin oluştuğu ve olgunlaştığı geniş coğrafya, eskimedeniyet havzalarının tamamına yakın kısmını içermektedir. İslammedeniyeti insanlık tarihinde görülen en önemli medeniyetlerden biridir. Bumedeniyet çeşitli aşamalardan geçerek günümüze kadar gelmiştir. Bumedeniyet, bölgelere ve hanedanlıklara göre de az çok farklı şekiller almıştır.

    İslam medeniyetinin de etkisi ve katkısıyla 14. asrın ikinci yarısındanitibaren ortaya çıkıp, eski Yunan ve Roma medeniyetleri temelinde yükselen,daha sonra 15. ve 16. asırları kapsamına alan Rönesans ve bunun devamıniteliğindeki hareketler, Batı medeniyeti olarak bilinmektedir. Bu dönemde,Avrupa’da daha sonra kuzey Amerika’da gerek medeniyet, gerek kültürle ilgiliçeşitli tarifler yapılmış, 19. asırdan itibaren Batı’daki medeniyet(civilization, uygarlık) ve kültür (hars, ekin) İslam aleminde, bu aradaOsmanlılarda değişik şekillerde tanımlanmıştır. Bu dönemde medeniyeteski anlamından farklı olarak civilization karşılığında kullanılmıştır.Kültüre karşılık da Osmanlılarda hars veya maarif, Araplarda"sekafe", İran’da "ferheng" veya "meârif"terimleri kullanılmıştır. Bugün kullanılmakta olan medeniyet/uygarlık vekültür terimlerinin içeriği ve kapsamı çeşitli dönemlerde farklılık göstermiştir.

    Eski Yunanca’da medeniyet/civilazation barbarlık, ilkellik ve yabancı mukabilibir kavramdı. Yunanlılar, Romalılar da dahil olmak üzere yabancılara barbardiyorlardı. Civilazation düzgün eğitilmiş, kibar insan tipiyle ilgili birkavramdı. Kültür ise, bitki ve hayvan yetiştirme anlamında kullanılırkendaha sonra insan yeteneklerinin geliştirilmesi ve inceltilmesi anlamındakullanılmıştı. Kültürlü insan, görgülü ve zarif bir insandır. Bununkarşıtı da kaba saba insan tipidir. Bu anlamda medeniyetle kültür eşanlamlıiki kelimedir, edinilebilir. 18. asırdaki Aydınlanma Felsefesi, medeniyetkavramına ilerleme anlamını kazandırmıştı. Bu anlamda medeni toplum,ilerlemiş/terakki etmiş bir toplumdur. Böyle olmayan toplumlar ise, ibtidaî/ilkeltoplumlardı. Medeniyetten bahsedenlerin ve medenî olduklarını iddiaedenlerin aynı zamanda terakkiden yana ve ilerici olduklarını söylemeleribununla ilgilidir. Daha sonra, terakkiperver olmayanların mürteci olduklarınıniddia edilmesi de bunun neticesidir. Bu dönemde kültür din ve inançları içerdiğihalde, medeniyet din dışı ilerlemeyi ifade ediyor; laik bir kavram halinegeliyordu. Başlangıçta din, ahlak, sanat ve felsefe gibi manevi disiplinlerlebirlikte kültürün bir parçası kabul edilen ilim, 19. asırda karşı tarafaitildiğinden medeniyetin önemli bir parçası haline gelmiştir. Diğer yandandin de kültür kavramı içindeki ağırlıklı ve ayrıcalıklı yerini sanatabırakmıştı.

    Farklı iki kavram haline gelen medeniyet ve kültürle ilgili pek çok tarifortaya atılmıştır. Bazan bunların karşıt iki kavram olduğundan dabahsedilir. Buna göre kültür insanın deruni, manevi ve içsel olgunlaşmasını,medeniyet ise maddi, cismani ve dışsal gelişmesini dile getirir. Manevi-maddideyimi çoğu zaman bu anlamda kullanılır.

    Bazıları medeniyete karşı kültürü savunur. Fransa’da J. J. Rousseau,Almanya’da ise Romantikler, medeniyetin toplumun doğal durumundan uzaklaşarakyüzeyselleşmesine ve yapaylaşmasına yol açtığı kanaatindedirler. Ayrıcamedeniyetin sanayi devrimine, hızlı nüfus artışına, kentleşmeye doğanınbozulmasına, çevre kirliliğine, aydın despotizmine keyfi tutumlara yol açtığınısöyleyerek olumsuz bir tavır takınırlar. J. J. Rousseau ilimler ve sanatlarhakkında nutuk (Ankara, 1943) isimli eserinde bu tezi savunmuş ve bununla ödülalmıştı. Uygarlığın kişilerin özgürlüklerini tehdit ettiği ve insanımekanik bir alet haline getirdiği de öne sürülmüştür.

    Medeniyet sekülerizm, mekanik ilerleme ve despotizm gibi kavramları çağrıştırırkenkültürün bunları daha kabul edilebilir ve daha yumuşak şekilde algılamasıve tanımlaması medeniyete nispetle daha sıcak bakılan bir kavram olmasınısağlamıştır. Üstelik medeniyete yöneltilen ciddi ve ağır eleştiriler kültüreyöneltilmemiştir.

    Bugün medeniyet ve onun temel dinamikleri olan bilim, teknoloji, seri üretim,müsrifçe tüketim, insan zihnini ve kalbini kirletmek, ahlakı bozmak, manevideğerleri yıpratmakla kalmamış; çevreyi kirleten, ekolojik dengeyi tehditeden bir fonksiyon görmüştür. Modern ilerlemenin manevi kirliliğe sebepolduğu eskiden beri ileri sürülmüştü. Stoacı filozof Poseidonios maddigelişmenin ve hayat standartlarındaki yükselişin ahlaki çöküntüyüberaberinde getirdiğini savunmuştu. Müslüman yazarlar ve düşünürler, özelliklezahidler ve arifler manevi değerleri aşındırarak ve yıpratarak gerçekleşenmaddi ilerlemenin ve medeniyetin sadece dindar fertler için değil, bütüninsanlık için nasıl bir tehlike teşkil ettiğini ve toplumların geleceğininasıl tehdit ettiğini en etkili ifadelerle dile getirmekten geri kalmamışlardır.

    İbn Haldun bir hanedanlığın bir galibiyet, diğeri istibdat, üçüncüsürahatlık, dördüncüsü barış, beşincisi savurganlık olmak üzere beş aşamadangeçtiğini, beşinci aşamanın devletin ihtiyarlaması, hastalanması ve çöküşaşaması olduğunu söyler, bunu da refaha ve onun getirdiği savurganlığa bağlar.O’na göre umranın/medeniyetin gayesi ömrünün son noktası, aynı zamandaçöküşünün habercisi hadariliktir. İç ve dış etkiler umranı harabeeder. Hz. Adem’in çocuklarından Kabil’in Habil’i öldürmesini bazıları,hadariliğin bedevîliği, medeniliğin göçebeliği öldürmesi ve yok etmesişeklinde değerlendirirler. Gerçekten de doğal hayat genellikle şehirlerdeyok olmakta, yerini yapay bir hayat almaktadır. İnsanlığın bir çok aslîve zatî hasleti ve meziyeti şehirlerde dejenere olup, yozlaşmaktadır.

    Medeniyetle devlet ayrı ayrı şeylerdir. Hanedanlıklar ve devletler gibimedeniyetlerin de bir tabii ömürleri vardır. Ömrünü tamamlayan ve eceligelen medeniyetler de devlet gibi vadesi dolunca yıkılır ve tarih sahnesindensilinirler. Ancak devletlerin ömrüne göre medeniyetlerin ömrü daha uzundur.İslam medeniyetinde yüzlerce devlet ve hanedanlık kurulmuş ve yıkılmıştır.Şu anda elliyi aşkın devleti içinde barındıran İslam medeniyeti eski gücündeolmasa bile yaşamaya devam etmektedir. Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlıhanedanlıklarının kuruluş, gelişme, yükselme, gerileme ve çöküş dönemleriİslam medeniyetinin benzer süreçlerinden ayrı ve farklı şeylerdir. Bu süreçlerbirbirinin içine geçse ve birbirlerini etkilese de sonuçta biri diğerineindirgenemez.

    Bugün gelinen noktada egemen medeniyet, baskın, güçlü ve yaygın kültürkendi dışındaki medeniyetleri ve kültürleri erozyona uğratmakta ve onlarahayat hakkı tanımamaktadır. Küreselleşmeye karşı çıkılmasınınsebebi, manevi temelleri zayıflamış, hatta yok olmuş bir medeniyetin hem çevreyikirletmesi ve çevre felaketlerinin yaşanmasına sebep olması hem de nükleer,kimyasal ve biyolojik kitle imha silahlarını üretmiş olmasıdır. Tehdit altındaolan sadece mavi gezegen üzerinde yaşayan insanlar ve diğer canlılar değil,aynı zamanda mavi gezegenin kendisidir. Sürdürülebilir bir kalkınmadanbahsedilmesinin sebebi, bugünkü medeniyeti ve onun ürettiği teknolojinin heminsanlığın hem de diğer canlıların geleceğini ciddi surette tehditetmekte oluşudur.

    Bir yüzü; güleç, sevecen, cana yakın, sıcak kanlı, çekici ve şirin olanmedeniyetin, diğer yüzü; asık, soğuk, hiddetli, dehşetli, tehditkar, zalimve gaddardır. Şairin "Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar"dediği, medeniyetin bu yüzüdür. En eski medeniyetlerden günümüzegelinceye kadar, bütün medeniyetlerin böyle bir yönü ve yüzü vardır;ama, hiçbirininki, bugünkü egemen medeniyet kadar tehditkar ve dehşetli değildir.Bütün dinlerin, özellikle semavi dinlerin medeniyetlere bakışında buhususun etkisi büyüktür.