Köprü Anasayfa

Medeniyet

"Kış 2003" 81. Sayı

  • İslam Medeniyeti

    Ziya Kazıcı

    Prof. Dr., M.Ü. İlahi-yat Fakültesi Öğretim Üyesi

    Tarihten günümüze kadar insanın bulunduğu her yerdeaz veya çok medenileşme hareketinin görüldüğü bilinen bir gerçektir.Zira toplu yaşayışın doğurduğu medeni ilerlemeler, insanın yeryüzündevar olduğu günden beri devam edegelmektedir. Bu bakımdan, gününüzegelinceye kadar birbirinden farklı kaç medeniyetin geldiği kesin olarakbilinememektedir. Toynbee, bunlardan 16 medeniyetin öldüğünü, beşinin deBatı Medeniyeti tarafından yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya olduğunubelirtmektedir.1 Bununla beraber gününüzde iki medeniyet bölgesi görülmektedir.Bunlardan biri, Hıristiyanlık, Yahudilik ve diğer sistemlerin tesirindebulunan Batı Medeniyeti, diğeri de İslam Dini’nin yayıldığı bölgelerdetesirini sürdüren İslam Medeniyeti’dir.

    Doğuşu ve gelişmesi esnasında İslam Medeniyeti, dört medeniyet veya kültürlekarşılaştı. Bunlar:

    1. Bizans (Yunan)

    2. İran

    3. Hind ve

    4. Çin Medeniyetleri idi.

    Kısa sürede gelişip büyüyen İslam Medeniyeti sayesinde Müslümanlar,Cebel-i Tarık Boğazından Çin seddine kadar olan bir sahayı ellerine geçirdiler.Buradaki halka şefkat ve merhamet gösterdiler. Bir müddet sonra Müslümanlarfen, ilim, sanat, iktisat, tıp, edebiyat, felsefe gibi ilimlerde en büyükmedeniyeti kurdular. İslam Medeniyeti, Asya, Afrika ve Avrupa’nın önemli birkısmını içine almakla kalmamış, aynı zamanda başka ve özellikle günümüzAvrupa’sının medeniyeti olarak bilinen Batı Medeniyeti’nin gelişmesinde deönemli rol oynamıştır. Bugün aktif fonksiyonunu kaybetmiş gibi görünmeklebirlikte halen yaşamakta olan bu medeniyetin, Batı Medeniyeti üzerinde büyükbir etkisi bulunmaktadır. Bu durum normal karşılanmalıdır. Zira tefekkürve ilimle uğraşmayı nafile ibadetlerden daha üstün tutan, böylece ilmi teşvikeden, alimin uykusunu dahi değerlendiren ve alimin mürekkebini şehidin kanındanüstün tutan bir dinin mensubu, elbetteki ilimle meşgul olacaktır. Bu uğraşise medeniyet ve vasıtalarının gelişmesine yardımcı olacaktır. Bu sayedeİslam dünyası, Batı’ya göre daha yüksek bir medeni seviyeye ulaştı. Batı,ilim, akıl, fen ve teknik imkanların mecmuu İslam Medeniyeti ile karşı karşıyageldiği zaman kendini çok zayıf ve güçsüz gördü. Bu sebeple eksikliğinigidermek ve en azından insanca bir hayat sürmek için Müslümanlardanistifade yollarını aradı. İşte bu istifade sebebiyledir ki, kendimedeniyetinin temelinin atarken, İslam Medeniyetinin unsurlarını kullandı.O, bu unsurları kullanırken farkına varmadan etkisinde de kaldı.

    Medeniyette Ortak Özellikler

    Çeşitli medeniyet zümrelerinden herhangi birisinin yayılma sahasınadikkatli bir gözle bakıldığı zaman, içine aldığı kavimlerin çokluğuna,kan, cins, renk ve dil değişikliklerine rağmen bazı ortak ve genel taraflarınbulunduğu görülür. İşte, bu ortak taraflar o medeniyetin esasını, ruhunuve özünü teşkil eder. Onu başkalarından ayırır. Mesela sıradan bir adamİstanbul’dan kalkıp, Merakeş’e, Mezapotomya’ya, Kahire’ye, Mekke’ye, Şam’a,Bakü’ye, Tahran’a, Şiraz’a, Kabil’e, Lahor’a, Kalküta’ya, Semerkand’a gitsebu beldelerin hiç birisinde kendini tamamıyla yabancı hissetmez. Hiç olmazsayanı başındaki Sofya, Atina v.s.’deki kadar kendini başka bir çevrede, başkabir hava içinde duymaz. Kendini az çok alışmış olduğu levhalar, şekiller,hareketler ve tavırlar arasında görür.

    Buralardaki insanların giyiniş tarzları, geçim şekilleri, adet ve halleriaz çok onun kendi alışkanlıklarına benzer. Aynı sarık, aynı aba, kadınlarındaaynı örtünme, aynı camiler, aynı ibadetler, aynı ezan, aynı ayinler, aynıdualar ve benzerleri.

    Bu benzeyiş, yalnız görünüşle de kalmaz, içe, hayatın iç tarafınainsanların ruhi hallerine, görüş tarzlarına ve zihniyetlerine kadar varır.2

    Diğer medeniyet gruplarında da aynı halleri görmek mümkündür. İşte, birmedeniyet zümresine mensup olan milletler arasındaki, ister maddi ister maneviolsun genel ve ortak taraflar, o medeniyetin özelliğini gösterir.

    Görülüyor ki, çeşitli toplumları kültür bakımından ayırt eden şey,onların kullandıkları alet ve vasıtalardan ziyade, bu alet ve vasıtalarıngerisindeki zihniyet veya manevi kıymetler bütünüdür.

    İslam Medeniyeti, İslam Dini’ni kabul eden milletlerin el birliği ile meydanagetirdikleri ortak bir medeniyetin adıdır. Bununla beraber bu medeniyetinkuruluş ve gelişmesinde Araplar, İranlılar ve Türklerin büyük paylarıolduğu bir gerçektir. Nitekim W. Barthold’un da işaret ettiği gibi İslamMedeniyeti veya Arap Medeniyeti adı, Ortazaman Şark Medeniyetineverilmektedir. Bu medeniyeti meydana getiren Müslümanlar, sadece Araplar olmadığıgibi, yakın Asya ve kısmen Afrika halklarının tamamı, devlet dini olan İslamDini’ni, ilim ve edebiyat dili olan Arap dili vasıtasıyla birleşmişlerdi.3Bu birlik, öyle bir medeniyet meydana getirmişti ki, günümüz BatıMedeniyeti, gelişmesini buna borçludur. Nitekim R.V.C. Bodley’in (1546-1613)"Rönesansı İslamiyet’e borçluyuz" sözü, bu gerçeği dilegetirmektedir. Bundan başka hala günümüzde bile Osmanlı müesseseleri üzerindeyapılan çalışmalar örnek alınarak bazı gelişmelerin ortaya çıktığınada şahit olmaktayız.

    Gerçekten, VII. asırdan başlayıp XIII. asra kadar devam eden dünyamedeniyeti tarihi, İslam Medeniyetinden ibarettir. Bu bakılmadan tarihin kabulettiği reddedilmez gerçeklerden birisi de miladın VII. yüzyılından XIII. yüzyılınortalarına kadar hem Avrupa’nın, hem de ön Asya’nın en medeni ve ilerimemleketlerinin İslam ülkeleri olduğudur. Bu devirde Bağdad ve Kurtuba dünyazenginliklerinin aktığı, ticaretin en hareketli olduğu ve çeşitli sanatlarıngeliştiği en zengin şehirlerdir. Bu şehirler, aynı zamanda yoğun kültürelbir hayatın merkezi ve medeniyetin ışıklı kaynaklarına da sahiptirler. Eşinerastlanmayacak biçimde gelişen ilim ve edebiyat, dünyanın her yanında yetişenalimleri ve sanatkarları buralara çekmekte idi.

    Eğer bir medeniyetin yaratıcı eserleri ve manevi değerleri, düşünce alanındasağladığı zenginlikler ve gerçekleştirdiği maddi ilerlemeler ilebelirtiliyorsa elbette ki, İslam’ın ortaya çıkışından itibaren beş yüzyıllık bir devreyi, cihan tarihinin en büyük devirlerinden birisi olarakkabul etmek gerekecektir.

    İslam dünyasının, özellikle manevi alandaki bu olağanüstü gelişmesi, İslaminkılabının gücü ile, ruhundaki aksiyon kabiliyeti ve bunların yanı sırabu medeniyetin öncülüğünü yapmış olan Arap ve Arap olmayan milletlerinparlak düşünce ve sanat yetenekleri ile birlikte, İslam’ın ilme verdiği değerile açıklanabilir.4 Biz bu konudaki ayet ve hadislere müracaat etme ihtiyacınıduymuyoruz. Bununla beraber İslam, maddi olduğu kadar manevi alanda, başkabir ifade ile hayatın bütün safhalarında tatbik edilen bir sistem olduğundan,onun gayretini sadece ruhani ve manevi saha ile sınırlandırmak mümkün değildir.Bu gayret sayesindedir ki İslam aleminde ilimlerin hemen her şubesi ile uğraşılmıştır.Zira İslami anlayışa göre ilim ve ibadet birbirinden ayrılmayan ikiunsurdur. Bu sebeple Müslümanlar, İslam’ın ilk asırlarından itibaren çeşitliilimleri araştırmaya başladılar. Başlangıçta kısmen tercüme şeklindeolan bu çalışmalar, daha sonra gelişerek bizzat Müslümanların kendieserleri olarak ortaya kondu. Bu çalışmalarda, Kur’an, Sünnet, Fıkıh,Kelam gibi tercümeye ihtiyaç duymayan dini ilimlerin yanında Tarih, Coğrafya,Astronomi, Tıp, Felsefe, Matematik, Mimari, İktisat, Sosyoloji vs. gibiilimlerde onların çalışma sahalarına giriyordu. Böylece kısmen unutulmuş,kısmen de terk edilmiş bulunan birçok ilim dalının gelişmesi, Müslümanlarsayesinde olmuştur. Binaenaleyh, hiç çekinmeden günümüz medeniyetinin İslamaraştırmalarının temelleri üzerine bina edildiğini söyleyebiliriz. Bukonuda birkaç isim, söylediklerimizin şahidi olarak hatırlanacaktır: Ali b.Rabban et-Taberi, Razi, İbn Cülcül, İbn Cezzar, İbn Sina, el-Mes’udi,el-Biruni, İbn Hazm, İbn Rüşd, el-Gazzali, Ebu’l-Fida, İbnu’n- Nefis, Abdülazizes-Sivasi, Geredeli Murad, Hacı Paşa, Mukbilzade Mü’min, Sabuncuoğlu ŞerafeddinAli, Ak Şemseddin, Ali Kuşcu, Mirim Çelebi, İbn Kemal, Ebu Suud Efendi vs.gibi bir çok alim, çalışmaları ile bütün dünyaya ışık tutmuşlardır.5

    Müslüman alimlerin bu çalışmaları, yavaş yavaş günümüz Batı alemitarafından da anlaşılmaktadır. Nitekim Montgomery Watt, hem bu durumu hem deBatı aleminin İslam dünyasına karşı beslediği kin ve garezine temas ettiğiifadesinde şunları söylemektedir:

    "Müslümanlarla Hıristiyanların, Araplarla Avrupalıların bir dünya içindegittikçe kaynaştığı şu zamanda, İslam’ın Avrupa’ya yaptığı tesiriincelemek, son derece isabetli bir çalışmadır. Ortaçağ Hıristiyanyazarlarının, zihinlerinde tablosunu çizdikleri İslam’ın tamamen iftiramahsulü olduğu çoktandır bilinmektedir. Yalnız şimdi, geçen asırboyunca, araştırmacıların yaptıkları tetkikler sayesinde Batılıların gözleriönünde daha objektif bir şekil belirmektedir. Fakat biz Avrupalıların körgözü, İslam kültürüne olan borcumuzu görmeye manidir. Geçmişten gelenmirasımıza İslam’ın yaptığı tesirin kıymet ve kadrini bazen küçümsüyor,bazen de tamamen görmezlikten geliyoruz. Müslüman ve Araplarla daha iyi münasebetlerkurabilmek için, borçlarımızın tamamını itirafa mecburuz. Onu saklamak veinkar etmek. Sahte bir gurur alametidir."6

    Benzer bir tespit de Sigrid Hunke tarafından bize şöyle nakledilir:

    "Dini taassup yüzünden, objektif ve adalete uygun bir şekilde, yargılamaktankaçındığımız ve üstün başarılarını sistemli bir şekilde küçültmeyeçalıştığımız ve üstün başarılarını sistemli bir şeklide küçültmeyeçalıştığımız. Kültürümüzün temeli olan eserlerini örttüğümüz veadını bile anmaktan çekindiğimiz bir milletin hakkını vermenin zamanı artıkgelmiş midir? İslamiyet’in çıkışından günümüze kadar, Batı ile Arap dünyasıarasındaki ilişkiler, duygu ve tutkuların, tarihi nasıl yalana boğduğununen açık örneğidir. Bu başka din mensuplarından gelecek her etkinintehlikeli görüldüğü ve bu sebeple de elden geldiği kadar önlemeye çalışıldığızamanlar için tabii idi. Ama bu Ortaçağ görüşü, hala ortadan kalkmış değildir.Günümüzde de geleneklerin sınırladığı ufuk, çoğu zaman bilinçsiz, amakökleri çok derinde olan bir kaygı, eski propagandaların bize, katiller veputa tapanlar olarak tanıtmış olduğu bu insanlara karşı görüşümüzüalabildiğine darlaştırmaktadır."7

    Görüldüğü gibi Batı dünyası, dini taassubu sebebiyle İslam dünyasındakigelişmeleri görmezlikten geldiği gibi bazen de bu gelişmeleri önemsemez birtavır takınmaktadır. Bu konuda da yine Watt’ın bir tespitine yer vermekistiyoruz:

    "Müslümanların ilim ve felsefedeki muvaffakiyetlerinden bahsederkensorulacak ilk mühim soru şudur: Yunanlıların keşfettiği ilimlerde Müslümanlarınpayı nedir, bu ilimlerin ne kadarını nakletmişler ve ne kadarınınakletmemişler ve ne kadarını da kendileri ilave etmişlerdir? Meseleye birçokAvrupalı ilim adamı Müslümanlara karşı olan bazı peşin hükümlerleyaklaşmaktadır. Hatta Müslümanları övenlerden bir kısmı bile istemeyerekonları övmektedir. Mesela The legacy of Islam (Oxford University Press, London1931) isimli eserde "Astronomi ve Matematik" bahsinin yazarı Carra deVaux, yazısına Müslümanları hafife alarak başlamak lüzumunu duymuştur:

    "Yunanlılarda gördüğümüz kuvvetli zeka ve ilmi tahayyül kabiliyetiile şevkin ve orijinal düşüncenin bir benzerini Müslümanlarda göreceğimizizannetmek boşunadır. Yunanlıların talebeleri, herkesten önce MüslümanAraplardır. Arapların ilmi, Yunanlılarınkinin bir devamıdır. Araplar, onumuhafaza edip büyütmüş ve birçok bakımdan geliştirip mükemmelleştirmişlerdir."

    Bununla beraber Carra de Vaux, biraz sonra bu ifadesini izah edip şu hususuteslim etmek mecburiyetinde kalacaktır:

    "Müslüman Araplar ilimde, hakikaten büyük muvaffakiyetlere nail olmuş,kendileri icad etmemiş olmakla beraber bize sıfırları öğretmişlerdir. BöyleceMüslümanlar, günlük hayattaki aritmetiğin kurucusu oldular. Aritmetikgeometrinin temellerini attılar. Hiç hilafsız, Düzlem ve UzayTrigonometrisi’nin kurucusu oldular. Doğruyu söylemek gerekirse, bu ilimler,daha evvel Yunanlılar tarafından bilinmiyordu. Müslümanlar Astronomi’de debirçok değerli gözlemler yaptılar."8

    İslam aleminde tercümeler devri diyebileceğimiz (el-Me’mun dönemi, IX. asır)dönemden sonra bilimlere karşı büyük bir iştiha uyanmıştı. Bu iştihanınbir sonucu olarak müspet ilimler alanında önemli gelişmeler ortaya çıkmıştı.Bu sebeple dönemi izleyen yıllarda bilim ve bilgi üretmede Müslümanlar öncüolmuşlardı. Müslümanların bilimlere yaptıkları katkılar ile gerek Ortadoğu’da,gerek İspanya ve Kuzey Afrika’da kurdukları bilim akademileri, şemsiyeler(rasathaneler) ve medreseler Avrupa’da Rönesans denilen dönemi hazırlamışlardır.Söz konusu müesseseler daha sonraki yüzyıllarda Avrupa için taklit edilipgeliştirilen prototipleri oluşturmuşlardır.

    Bilim tarihçisi George Sarton’a göre, milattan sonra 750-1100 yılları arasındaher 50 yıl, o döneme bilimsel katkıları ile hakim olmuş veya damgasınıbasmış olan veya birkaç büyük Müslüman bilim adamının ismiyle anılmayalayıktır. Nitekim ona göre: 750-800 arasında "Cabir çağı",800-850 arasına "Harizmi çağı" 850-900 arasına "Razi çağı",900-950 arasına "Mes’udi çağı", 950-1000 arasına "Ebu’l-Vefaçağı", 1000-1050 arasına el-Biruni ve İbn Sina çağı" ve1050-1100 arasına da "İbnü’l-Heysem ve Ömer Hayyam çağı" demekgerekir. Yine Sarton’a göre 1300’e kadar ki dönem ise, ellişer yıllık bilimçağlarına artık Avrupa kökenli bilim adamlarının da isimleri izafeedilmektedir. Ama bu arada da onlarla birlikte İbn Rüşd, Nasirüddin Tusi veİbnü’n-Nefis de zikredilmektedir.

    Briffault da Making of Hummanity isimli eserinde: "…ilim diyeisimlendirdiğimiz olay, Avrupa’ya Araplarca getirilen deney, gözlem ve ölçümmetotlarının sonucu olarak doğmuştur. İlim, İslam Medeniyetinin dünyayaen önemli armağanıdır."demektedir.9 Bununla beraber şunu da belirtmekzorundayız. Farklı ırk ve milletlere mensup olmalarına rağmen Müslümanalimler, eserlerini Arapça yazıyorlardı. Bu sebeple de çoğu zaman İslamMedeniyeti yerine, Arap Medeniyeti tabiri kullanılarak bu medeniyete "ArapMedeniyeti" deniliyordu.

    Gerek günümüzde, gerekse daha önceleri dünyanın her tarafında ciddi çalışmalarıile İslam Medeniyeti ürünlerini gün ışığına çıkaran pek çok araştırmayapılmış veya yapılmaya devam edilmektedir. Bu eserlerinden bir kısmısadece bir alanı ele aldığı gibi, bir kısmı da genel olarak "İslamMedeniyeti’ni ele almaktadır.10 Konum ve konumuz itibariyle bütün bu çalışmave ürünlerini detaylı bir şekilde ele alıp inceleyemiyoruz. Ancak yine debir fikir vermek için çalışmalardan birisinin belli bir saha ile ilgiliverdiği bilgiyi kısaca buraya alacağız.

    Çiçek açma çağı olan 10. asırda İslam Medeniyeti, Himalayalar’danPireneler’e, Karadeniz’den Aden Körfezi’ne kadar uzanan bütün İslam dünyasınanüfuz etmişti. Bağdad, Suriye ve Irak toprakları üzerinde, eski Şark dünyadevletinin an’anelerini tecessüm ettiriyordu. Ön Asya’nın bütün ticaretyollarının düğüm noktası olan bu şehir, milletler arasındakihareketlerin bir toplanma merkezi haline gelmiştir.

    Saray debdebeleriyle gözleri kamaştıran, halk topluluklarını büyüleyip, dünyanınher iki kısmında hazineleri kendine çeken, Harun Reşid’in şehri Bağdad,devletin en büyük ve muhteşem şehri olarak büyüdü. Parlak devrinde Bağdad’taiki milyon insan meskundu. Şehir, muhteşem, dahilen lüks şekilde tanzimedilmiş, saraylarla süslenmişti. Çevresinde villalar, güzel tesisler vehayvanat bahçeleri mevcuttu. Tabii servetlerin elde edilip değerlendirilmesineait ilhamlar buradan fışkırıyor, bu ilhamlar, sanat zekasına daimi şekildeyeni vazifeler yüklüyordu.

    Fikir sahasında, şayanı hayret faydalı çalışmanın, başlangıçtaki enkuvvetli amili, yabancı kültürlerin fikir mahsullerini sahiplenmesini bilenhalifelerin idare ve ihtirasları idi. Bütün ilim dallarını ihtiva edensistematik ve tedrici tercüme faaliyeti, bu sayede büyük ölçüde gelişti.Yabancı eserleri toplama faaliyeti, bu sayede büyük ölçüde gelişti.Yabancı eserleri toplama faaliyeti, Abbasiler tarafından zengin vasıtalarlaileri götürüldü. Sayısız paralar sarf etmek suretiyle veya ekseriyadiplomatik yollarla, orijinal el yazmaları elde ettiler. En fazla göz önündetuttukları, Yunan eserleri idi. Fars ve Hind literatürüne de ehemmiyetverdiler. Tıb, Matematik, Astronomi ve Coğrafyaya ait eserler, tekemmülleri içinçalışanları buldular.

    Daha sonra da felsefe ve tabii ilimler gelişti. İslam kültürü, eski Grek kültürhazinesinin, inkırazdan (yok olmaktan) kurtarılmasına hizmet etti. Müslümanlar,asırlarca eski Helen bilgisini toplayıp, muhafaza ettiler. Arapların yaptıklarıtercümelerin bu gün bile, hala kısmen tenkidi metinleri, kısmen de antikedebiyattaki bazı mühim noksanlıkları tamamlamak bakımından, büyük birönemi bulunmaktadır. Böylece kısa bir zaman içerisinde, daha geniş vefarklı bir terakki husule geldi. Müslüman müellifler, yabancı bilgiyisadece tercüme etmekle yetinmediler. Aksine onlar, kendilerine has yeni birbilgi meydana getirdiler. Bu devirde, hemen hemen, hudutsuz şekilde üç kıtayayayılan İslam Medeniyetinin, biricik kudretini teşkil eden, büyük İslamdevletinde mevcut insani idrak kabiliyetinin, mukayese kabul etmez delilleriniverdiler. Bağdad’a ilaveten, Cundişapur, Kahire, Kayravan ve Fez, İslam kültürününo dönemdeki mümtaz merkezleri idiler. Bu devirde, Bağdad’ta kültür bakımındanulaşılan yüceliğe 711 senesinde Araplar tarafından zapt edilen çeşitlimilletlerle karışık İspanya’da da varılmıştı. Şarka nazaran bir asırdansonra, Kadalkuvir sahillerinde, Öfrat ve Tigreste, paralel şeklide bazı yönlerdenanavatanın müktesebatına takaddüm etmek için, İslam kültürü, gelişmehamlesi yapıyordu.

    Atalarını örnek alan azimli Emevi hükümdarları (755-1031), takdire şayanen yüksek bir gayretle, uzun müddet tesirlerini devam eder şekilde,memleketin maddi refahını ilerlettikleri gibi, fikri gayret ve çalışmalarıyla,bilhassa üçüncü Abdurrahman (912-961)’in idaresinde, hakiki bir altın deviraçtılar. Kurtuba, Batı’nın Bağdat’ı bir halifeler şehri, en yüksek öğrenimve güzel sanatlara en fazla ihtimam gösteren bir mahal, zengin kitaphazinelerinin toplandığı ilmi gayret merkezi, öğrenmeğe hevesli binlerceinsan için yüksek bir mektep oldu. Kurtuba’yı takiben yanı başında, Sevil,Gırnata, Tuleytula, Valansiya ve Murcia, İslam kültürü ve medeniyetinin mümtazmerkezleri haline geldi. İspanya, istisnasız gelip giden bütün halifelerin hükümdarlıkasası altında, bir daha artık vasıl olamadığı bir terakki ve gelişmedevri yaşadı.

    Bu devrin çalışma neticeleri muazzamdır. Kültürün hiçbir sahası, buhususta, nasipsiz kalmamıştır. Tamamen gözle ihata olunamayan bir edebiyat,bütün ilim ve sanatı şümulüne almıştır. Kurtuba, Sevilla ve Toledo’dakimeşhur Arap medrese ve akademileri bir çok batılı milletin talebelerinicezbetti. Arap ilminin merkezi ve aynı zamanda içinde Avrupa’nın en büyük kütüphanesibulunan Toledo’da, 1130 yılında bir tercüme okulu tesis edilmişti. Orada beşPiskopos, Raymond’un himayesinde en meşhur Müslüman müelliflerin eserleriile, bunların evvelce Yunanca’dan Arapça’ya yaptıkları tercümelerin, Arapça’danLatince’ye tercüme edilmelerine başlandı. Çalışmalar 12, 13 ve 14. asırlardada devam etti. Bu devirdeki Batının bütün mütefekkirleri, bu meyanda dahasonra Papa 2. Sylvestr ismini alan Aurillac’lı Gerbert, Batılı Adelard, Batıdamatematiğin kurucusu Pisa’lı Leonard, Büyük Albert, Roger Bacon, MichelScot, Daniel Morley, 10. Alphonse, Saint Thomas, Hermann der Deutche, Duns Scot,Occam’lı Vilhelm ve Villeneuv’lu Arnold, bu kültür ve ilim merkezlerindetalim ve terbiye gördüler.

    Cramonalı Gerhard, yalnız başına, Toledo’da 71 ilmi eseri tercüme etti. Değerlimedeniyet tarihçisi Sigrid Hunke (Allahs Sonne über dem Abendland) "BatınınÜzerinde Allah’ın Güneşi’ adlı eserinde11 Cremonalı Gerhard’ın Toledodakaldığı yirmi sene zarfında 80’den fazla mühim eseri tercüme ettiğini söylemektedir.Böylece Avrupa milletleri, İslam kültürü ile temas neticesinde asırlarcatesiri altında kaldıkları bir yenileşme elde ettiler.

    Arap tababeti, Batı’da büyük bir itibara mazhar olmuş, büyük İslamdoktorları ile alimlerinin tıbbi eserleri, Avrupa’nın bir çok üniversitelerinde,tıb tedrisatının temelini teşkil etmiştir. 11. asra kadar Batı tababetindeboş yere herhangi bir başarı aranır. İlk tıb bilgisi İspanya Araplarındanöğrenildikten sonra 12. asırda ancak bir ilim olabilmiştir.

    Yeni üniversitelerin ilk alim ve öğretmenleri, Arap alimlerinin sabıktalebeleri idiler. Heinrich 3. Fransa’da Tıbbın inkişafını kolaylaştırmakiçin 1587 yılında Paris’te College Rooyal’de, Arap dili kürsüsü tesisetti. Ortaçağ boyunca İtalya’da tıp tahsilinin merkezi olan Salermo, büyükArap mektepleri örneğine göre kurulmuş ve organize edilmişti. Hakiki ismier-Razi olan Rhazes, en büyük İslam klinikçisi idi. O, iki yüz yirmidenfazla eser yazdı. Bunların arasında birkaç tıp ansiklopedisi Arapça’danlatinceye tercüme edildi ve 17. asrın ortalarına kadar Batı’da yayınlandı.Çicek ve kızamığa ait ilk çalışma ona aittir. Tıb tarihçisi MaxNeuburger, “bu orijinal monografi her yerde haklı olarak tıp edebiyatınınbir şaheseri olarak kabul edilmiştir” der. Karl Sudhof, Razi’nin tıbtarihinde bütün devirlerin en büyük doktorlarından biri olduğunu kabuleder. Sigrid Hunke de aynı kanaattedir.

    Ortaçağın en meşhur doktoru (Avicenna)’nın gerçek adı İbni Sina idi.Kendisine "doktorların şahı" ismi verilmişti. O harikuladeansiklopedik bilgisiyle, bir dahi idi. En büyük eseri olan"el-Kanun", "Tıbbın Kanunları" altı asır boyunca,Avrupa’nın bütün tıp fakültelerinde okutuldu. İrisin tam izahını,insertionu, göz evindeki adalelerin durumunu ona borçluyuz. O jeolojide deisim yaptı. Dağların teşekkülüne dair şayanı dikkat izahat sebebiyleGarrison, ona "jeolojinin babası" ismini verir.

    Cerrahi sahasında da durum aynıdır. Hakiki ismi Ebu’l-Kasım olan Kurtuba yanındakiAzzahra’lı Abülkasis, en büyük Müslüman cerrahıdır. Eseri, cerrahininAvrupa’da gelişmesine temel teşkil etmiştir. Bu devirdeki İslam cerrahlarınınAvrupa’daki meslektaşlarından çok üstün olduklarında hiçbir şüphemevcut değildir. Arterial damarların bağlanmasını izah eden Katgut (Catgut)dikişini bulup geliştiren odur.

    Ortaçağ Avrupası, diş tedavisinde de, tamamen İslamtababetine borçludur. Müslümanlar, Arap protezini, Ortaçağda en iyi şekildegeliştirmişlerdi.

    Veteriner tababetin, sekizinci asırlardan 13’üncü asra kadar tarihinin enparlak devirlerini yaşaması Müslümanlar sayesindedir.

    Eczacılığın vücuda gelmesini ve onun hususi bir meslek halinde teessüsünüBatı, İslam doktorlarına müteşekkirdir.

    Terapo kimyayı ve her şeyden ziyade antimon, civa ve demir müstahzarlarınıno zamana kadar beklenmeyen manalarını, Batı Müslümanlardan öğrenmişti.İslam doktorları, eczacılığı, sayısız yeni ilaçlarla zenginleştirdiler.Şekeri ilk defa şurupta ve ilaç içirmede onlar kullandılar. İslam kodeksive ilaç kolleksiyonu, bugün hala büyük bir kısmı kullanılmakta olan iki yüzdenfazla yeni ilacı ihtiva eder. Tıp Cassia, sinameki, kudret helvası, ravendi,mutterkorn, demirhindi, kurtkökü, anber, Hint kenviri, kafuru, sandal ağacıve alkol gibi bir çok ilacı Müslümanlara borçludur.

    Müslüman kimyagerleri de, dikkate şayan keşifler yaptılar. Sülfat asidi,nitrat asidi, gümüş nitrat, aguaregia, süblime, kırmızı civa oksidi,alkali, amonyak tuzu ve şeker onlar tarafından ihraz edilmiştir. İmbikten geçirme,kirece tahvil, kristalleşme, ayrışım ve fiksasyonun keşiflerini nasıl Müslümanlaraborçlu isek, kimyanın eczacılık ve sanayie tatbikini bilhassa metallerinelde edilmesi ile, ışın istihsalini ve boyacılığı da onlara medyunuz. İl-İksir,alkol, alkolaid, salmiak, kampfer, soda, alaun ve daha kimyadaki bir çoksemboller, bize Müslümanların kimya sahasındaki büyük başarılarını hatırlatır.

    Müslüman Okülistler, göz hastalıkları ilminin (Optalmologie) deterakkisine hizmet ettiler. Daha sonra Roger Bacon ve Kepler gibi Batılı fizikçilerinaraştırmalarını, tahrik ve teşvik etmiş olan Kahire’li İbnu’l-Heysem"Işık-optik" adlı meşhur eserinde, gözü, binoküler görmeğiizah ve dahiyane bir şekilde ışınların kırılma olayını ve bu kırılmalarıngörünüşünü tecrübe ile ilk defa o söylemiştir. Fotoğraf makinesininesasını teşkil eden "karanlık oda"yı da o keşfetti.

    Müslümanların en güzel başarılarından biri de hastahanelerinorganizasyonudur. Tıp tarihçisi Neuburger, İslam memleketlerinde akılhastalarının itina ve sevgi ile tedavi gördüklerini, Batı’da ise onlarınuzun zaman birer cani gibi telakki edildiklerini söyler. Avrupa’da ilk akılhastahanesinin 1410 senesinde İspanya’da dini cemaat tarafından tesisinden tam700 sene evvel, 765 yılında Bağdad’ta devlet tarafından vücuda getirildiğiniburada belirtmek yerinde olur.12

    Burada söz hastahanelerden açılmış iken hem okuyucuya fikir vermek, hem demukayese yapabilmek için konuya biraz daha geniş ele alacağız. Bu tedkiktede daha fazla Batı’lı yazarlardan istifade edeceğiz.

    İslam dünyasında ilim ve ibadet birbirlerinden ayrılmayan iki unsur olarakkabul edildiği için tıb ilmi ve hastahanelerle ilgilenmek bir emir olaraktelakki ediliyordu. Emevi Halifesi Velid b. Abdülmelik (86-96/705-715) tarafındanhicri 88 (m. 707) tarihinde Şam’da kurulan tam teşkilatlı ilk hastahaneden öncetıb ilmi, cami dahil, değişik ilim müesseselerinde tedris ediliyordu. YineEmeviler döneminde Fustat’ta Zukaku’l-Kanadil adı verilen ve cüzzamlılarabakan bir hastahane açılmıştı. Bütün bu gelişmelere rağmen İslamhastahanelerinin en parlak devri, daha sonraki Abbasiler döneminde gerçekleşmiştir.Bu gelişmeler, İslam dünyasında tıbbi bazı keşiflere de yol açmıştı.Nitekim kan dolaşımının bulunması, mikrop ve diğer bazı hastalıklara aitilaçların keşfi, ilk akla gelenler arasında zikredilebilir. Buna karşılıkdönemin Batı dünyasında herhangi bir ilaçla tedavi olmak, manevi ilaçlardanbaşkasını kullanmak, hele hekim olarak eliyle bir şeyler yapılmak vecerrahi aletler kullanmak büyük bir şerefsizlikti. Hastalanan veya yaralananbir Hıristiyan, önce bütün günahlarını itiraf edecek, daha sonra İsa’nıneti diye kutsal ekmeği yiyecek ve sonra da Allah’a güvenecektir. Batı’da,hastaların alındığı yurtlar, XII. asırdan sonra kuruldu. Bu suretiyle gerçekleşti.Bununla beraber hekim bulunmazdı. Kilisenin anlayışına göre, hasta bakımı,iyi etmek için değil, sadece ızdırapları hafifletmek içindir. Buhastahanelerin ilklerinden biri ve zamanındakilerin dediklerine göre en iyisiParis’teki Hotel-Dieu (Allah’ın hanı) idi. Bu hastahanede tuğla döşelizeminin üzerine saman yığılmıştı. Hastalar bu samanların üzerindebirbirine sokulup yatıyorlardı. Birinin başı, ötekinin ayaklarına gelecekşeklide sıralanmışlardı. İhtiyarların yanında çocuklar, hatta kadın veerkek karmakarışık yatmaktaydı. Bulaşıcı hastalıkları olanlar ilesadece hafif bir rahatsızlığı bulunanlar yan yana yatmaktaydılar. Tifohastalığına yakalanmış olan ateşler içinde sayıklarken, veremli biri öksürüyor,deri hastalığı olan da derilerini yırta yırta kaşıyıp kanatıyordu.13

    Batı dünyasındaki hastaneler bu durumda iken, İslam dünyasındakihastahaneler insanı masallar diyarındaki saraylarda yaşatıyormuş gibi rahatve huzur veriyordu. Sigrid Hunke, İslam dünyasının hastahanelerinden birindeyatan bir hastanın mektubundan bahseder. Gerçekten, bu mektup okunduğu zaman,yukarıdaki sözlerimizin günümüz insanı için bile, bir hikayeye benzediğinisöylemek pek yanlış olmayacaktır. Ama bütün bunlar İslam hastahaneleri içintabii olan bir şeydi. Bu mektuptan bazı pasajları almak suretiyle, İslam dünyasının,hastahenelere ne denli ehemmiyet verdiğini anlayabiliriz:

    "Babacığım, benden para getirmenin lazım olup olmadığınısoruyorsun. Taburcu edilirsem hastahaneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalışmayabaşlamak zorunda kalmayayım diye beş altın verecekler. Onun için süründendavar satmana gerek yok. Ama beni burada görmek istiyorsan hemen gel. Ben,operasyon salonunun yanındaki ortopedi servisinde yatıyorum. Eğer büyük kapıdangirersen, güneydeki revak boyunca yürü. Düştükten sonra beni getirdikleripoliklinik oradadır. Orada her hastayı önce asistan hekimler ve öğrencilermuayene eder. Birinin yatması gerekmiyorsa reçetesini verirler, o da hemenyandaki hastahane eczanesinde ilacını yaptırır. Muayeneden sonra da birhademe beni erkekler kısmına taşıdı. Hamama da girdikten sonra tam birhastahane elbisesi giydirdiler.

    Sonra kütüphaneyi sağ tarafta bırakır ve başhekimin öğrencilere dersverdiği büyük konferans salonunu geçersin. Avlunun solundaki koridor, kadınlartarafına gider, onun için sağ tarafı tutmalısın, iç hastalıkları bölümüile cerrahi kısmının önünden geçmelisin. Eğer bir yerden musiki ya da şarkısesi duyarsan içeriye bak. Belki de ben, iyileşmiş olanların toplantısalonundayımdır. Biz orada musiki ve kitaplarla oyalanırız.

    Baş hekim bu sabah asistan ve bakıcılarla viziteye çıktığında benimuayene etti, servis hekimine anlamadığım bir şeyler not ettirdi. O dasonradan bana, bir gün sonra ayağa kalkabileceğimi ve çok geçmeden taburcuolabileceğimi söyledi. Ama canım buradan çıkmak istemiyor. Yataklar yumuşak,çarşaflar bembeyaz, battaniyeler yumuşak ve kadife gibi. Her odada akar suvar. Soğuk gecelerde her oda ısıtılıyor. Hemen her gün midesi kaldıranlarakümes hayvanları ve koyun kızartmaları veriliyor. Sen de sonuncu tavuğum kızartılmadanönce gel.14

    Bilindiği gibi çeşitli çalışmalar sonunda Müslümanlar, eski ilaçlarayenilerini kattılar. Bunlardan bir kısmı kafur, civa, mersafi, karanfil, hıyarşenberve sinameki gibi ilaçlardı. Şurup ve gülab şeklinde sunulan ilaçlar da Müslümanlartarafından tıp dünyasına getirildi. O dönemde İtalya’nın Orta Doğu ileen büyük ticari alışverişi ilaç üzerine idi. Tarihte ilk dispanserleriile ilk eczaneleri açanlar Müslümanlardır. Eczacılık okulunun ilkkurucuları ve eczacılık hakkındaki eserlerin ilk yazarları da yine Müslümanlardır.Çiçek ve kızamık hastalıklarına karşı Müslüman hekimler geliştirdikleritedavi şekline, bugün bile eklenecek fazla bir şey yoktur. Müslümanhekimler, ameliyatlarda solunum yolu ile anestezi yapıyor ve bu maksatla derinbir uyku veren haşhaş ve ona benzer başka bitkilerden faydalanıyorlardı.15

    İslam Medeniyetinin, Batı ülkelerindeki bazı etkilerine kısaca temasedildi. Bu medeniyet unsurlarının Avrupa’ya nasıl ve hangi yollarla geçtiğinigörmeden önce, bu medeniyetin kendine has mümeyyiz vasıflarının bulunduğunaişaret edelim. Bunun için de İslam Medeniyetinin gelişmesini sağlayan en önemliamili (etkeni) görmemiz gerekir.

    Bilindiği gibi dinler, toplumların düşünce, anlayış, hareket ve davranışlarınınşekillenmesinde büyük rol oynarlar. İşte İslam Medeniyetinin doğuşunu,gelişmesini ve şekillenmesini sağlayan en büyük etken, İslam dininin ilmeverdiği değerlerden başkası değildir. Sözü edilen medeniyetin gelişmesinetesir eden daha başka amiller olmakla beraber en büyük etkenin ilim olduğunurahatlıkla söyleyebiliriz. Zira ilim olmadan ilerleme ve gelişmeden sözetmek mümkün değildir.

    Kur’an, ilk ayeti ile eğitim ve öğretimi emreden bir dinin kitabıdır. BuKitab’ın gönderildiği Peygamber de ümmetine bu yolla talimat veriyordu.Kur’an ile Peygamberinin okuma ve öğrenme ile ilgili emirlerini göz önündebulunduran Müslümanlar, daha İslam’ın ilk yıllarından itibaren öğrenmekiçin bütün imkanlarını seferber ediyorlardı. Başlangıçta bu imkanlar,daha ziyade dini alanda kullanılıyordu. Zira bu bilgilerin bir kısmı günlük,bir kısmı haftalık, bir kısmı aylık, bir kısmı da senelik ibadetleri içingerekliydi. Bu bilgilere vakıf olmadan ibadet yapılamazdı. Bununla beraber,ibadetler için gerekli olan bilgilerin sadece dini bilgiler olmadığını dabelirtmek gerekir. Zira namaz kılmak veya oruç tutmak isteyen bir Müslüman,başını yerden kaldırıp gökleri araştırmak ve ay ile güneşinhareketlerini takip etmek zorundadır. Böylece basit bir şekilde de olsa birastronomi bilgisine; hacca gitmek veya namaz için kıble yönünü tayin etmekisteyen bir diğeri de en azından coğrafya bilgisine sahip olma zaruretiniduyar.

    Bütün bunlar, zamanla Müslümanların değişik branşlardaki ilimlerle uğraşmalarınasebep oldu. Nihayet bazı hadislerin genel anlamda ilmi teşvik etmeleri, Müslümanlarınasırlar boyu her türlü ilmi faaliyette bulunmalarına vesile oldular.

    İslam aleminde, Astronomi ve Matematik gibi ilimlerin gelişmesi için en büyükteşvik, ibadetlerin yerine getirilme zamanlarının tayini ile ilgilidir. Bubakımdan Matematik, Astronomi ve özellikle küresel geometriye ihtiyaç vardı.Nitekim, Ramazan ayı ve bayramının başlangıcında Hilal’i görme çalışmaları,Müslüman matematikçi ve astronomların en önemli işlemlerinden biri olmuştu.Ayrıca bu tür özel problemleri çözmek için çok daha kompleks bir küreselgeometrinin tatbiki gerekiyordu. Bunlardan biri, Dünyanın her hangi biryerinden Mekke’nin bulunduğu (kıble tayini için) yönün belirlenmesi, diğeride günde beş defa kılınan namazın, vakitlerinin güneşin hareketine göretespit edilmesiydi.16 Bu konularda kesin hesaplamalar yapabilmek için gök küreüzerindeki üçgenlerin bilinen açı ve kenarlarından hareketle,bilinmeyenlerini bulmak gerekiyordu. Batlamyus’un metodunun kullanışlıolmaması yüzünden, Müslüman matematikçi ve astronomlar, daha basittrigonometrik metotlara ihtiyaç duyuyorlardı. Bunun bir sonucu olarak IX. asırdabugün de kullanılan altı trigonometrik fonksiyon tarif edilmişti. Bunlar,sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant, sekant ve kosekant fonksiyonları idi.Batlamyus zamanında bunların hiç biri bilinmiyordu. Bu altı fonksiyondan beşikesinlikle İslam kökenli olup, sadece sinüs fonksiyonunun Hintliler’den alındığısöylenebilir.

    İslam Medeniyetinin sınırları, Batı dünyasının kapılarınıEmeviler’den sonra devamlı zorlamış, Türklerin İslam’ı kabullerinden sonraise, bu durum daha da yaygınlaşmıştır. Hele Anadolu’nun fethine muvaffakolunmasından sonra gerek Haçlı Seferleri ile olsun, gerekse Müslüman Türkakıncılarının akınları ile olsun İslam Medeniyeti ile Batı Medeniyeti yüzyüze gelmiştir.

    Farabi, İbni Sina, Gazali gibi İslam filozoflarının eserleri ile Aristo’nunArapça’ya tercüme edilmiş eserlerinin Latince’ye çevrilme faaliyetleri yanında,Batı dünyası diğer ilimlerle de meşgul olma mecburiyeti duymuştur. Hattaüniversitelerinde XII. yüzyılın sonlarından itibaren tıp dersleri konularını,İbni Sina’nın "Kanun" adlı eseri ile İbni Rüşd’ün tıbbirisaleleri üzerine teksif etmiş bulunuyorlardı.

    Romalılar ve onların mirasçısı olan Bizanslılar, Doğu ve Batı dünyasınıAkdeniz etrafında toplayarak meydana getirdikleri "AkdenizMedeniyeti" ile Doğu kültürünün Batıya geçmesinde aracı oluyordu.İslam’ın ortaya çıkışı ile Batı dünyası Doğu kültürünü İslamMedeniyeti aracılığı ile almak ve aktarmak durumunda kaldı. Eski DoğuMedeniyetinin ve Antik devir ilimlerinin Batıya aktarılmasında Müslümanlar,aracı olarak önemli roller oynadılar. Uzakdoğu menşeli ilimleri yerinde öğrenenMüslümanlar, bu ilimlere önemli ölçülerde katkılarda bulunarak Batıyaaktardılar.17

    Şu bir gerçektir ki, Ortaçağın sonlarında ve Rönesans’ta Grek felsefesiBatı’da doğrudan intikal ve tercümelerden ziyade Arapların elinde olduğu şekiltemel alınarak incelenmişti. Aristo’nun mantık, fizik ve metafiziği ya Arapça’danikinci elden tercümelere yahut da İbn-i Sina’nın eserlerine dayanarakinceleniyordu.18

    Dipnotlar

    1. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Ankara1977, s. 9.

    2. Ahmet Ağaoğlu, Üç Medeniyet, İstanbul, 1972, s. 4-5.

    3. M. Fuad Köprülü-W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara 1973, s. 3.

    4. Haydar Bammat, İslam’ın Çehresi, trc. Osman Fehmi Giritli, İstanbul 1975,s. 93-94.

    5. Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı, İslam Kültür veMedeniyeti, İstanbul 1996, s. 185-186.

    6. Montgomery Watt, İslam’ın Avrupa’ya Tesiri, trc. Hulusi Yavuz, İstanbul1986, s. 11.

    7. Sigrid Hunke, Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde, trc. Hayrullah Örs,İstanbul (tarihsiz), Altın Kitaplar Yayınevi, s. 8.

    8. Watt, İslam’ın Avrupa’ya Tesiri, s. 39.

    9. Daha geniş bilgi için bk. Ahmet Yüksel Özemre, 21. Yüzyılda Türkiye’deBilimin Geleceği, Çerçeve (1996), 17., s. 35-37.

    10. Günümüz okuyucusunun rahatlıkla ulaşabileceği bu eserlerden birkaçınıburaya almayı faydalı buluyoruz.

    M. Fuad Köprülü-W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara, 1973.

    Haydar Bammat, İslam’ın Çehresi (Visage de l’İslam, Fransa 1958), TürkçeTercümesi: Osman Fehmi Giritli, İstanbul 1975.

    Mehmet Bayraktar, İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi, Ankara 1985.

    Ahmet Gürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, İstanbul 1965.

    Montgomery Walt, İslam’ın Avrupa’ya Tesiri, trc. Hulusi Yavuz; İstanbul 1986.

    Hasan ali Hasan, el-Hadaratu’l-İslamiyye fi’l-Mağrib ve’l-Endülüs, Mısır1980.

    Enver er-Rufai, el-İslam fi Hadaratihi ve Nüzümihi, Dımaşk, 1986.

    Celal Mazhar, Hadaratü’l İslam ve Eseruha fi’t-Tarakki’l-Alemi, Kahire 1974.

    Sigrid Hunke, Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde, trc. Hayrullah Örs İstanbulAltın Kitaplar (tarihsiz).

    Adam Metz, el-Hadaratu’l İslamiyye (Arapça trc. Muhammed Abdu’l-Hadi Ebu Ride)Beyrut 1968.

    Ziya Kazıcı-Mehmet Şeker, İslam-Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul 1982.

    Will Durant, İslam Medeniyeti, trc. Orhan Bahaddin, Tercüman 1001 Temel Eser,İstanbul (tarihsiz).

    11. Bu eserin Türkçeye yapılan iki çevirisi vardır. Bunlardan biri bizimdaha önce bahsettiğimiz ve Hayrullah Örs tarafından yapılmış olanı, diğeride servet Sezgin tarafından "Avrupa’nın Üzerine Doğan İslam Güneşi"adıyla yapılmıştır. Bu tercüme İstanbul’da Bedir Yayınevi tarafındanbasılmıştır.

    12. Gürkan, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, s. 226-229.

    13. Sigrid Hunke, Allah’ın Güneşi Avrupa’nın Üzerinde,

    s. 123-124.

    14. Hunke, age. s. 121-125.

    15. Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Will Durant, İslam Medeniyeti, s.105-111.

    16. Osmanlılar’da namaz vakitlerinin tayin ve tesbiti ile ilgili görevliye"Muvakkit" adı verilmektedir ki, Fatih ve Süleymaniye vakfiyelerinegöre camilerde bulunan bu görevli, hizmetine karşılık her gün (yevmiye) 10akça ücret almaktaydı. Fatih Mehmed II Vakfiyeleri, Ankara 1938, s. 245; SüleymaniyeVakfiyesin’de "Muvakkit"ten şöyle bahsedilir: "Ve bir kimesnedahi amel-i saat ve mevakit-i salat ve mekadir-i şeb u ruz ve nüzulü uruc-iseyyarat-ı seb" ve menazil-i buruc ve dekayik-ı duruc-i mesir-i afitab cüz’iyat-ımaarife vakıp ve arif ve tavilu’l-ba ve kesiru’-ittila bir kimesne Muvakkitolub evkat-ı ezanı müezzinlere tayin edüb tenbih eyleye ve eyyam-ı cumuat oa’yadda huffaz ve müezzinler ile bile mahfilde hazır ola ve vazife-i yevmiyesion akçe ola. Süleymaniye Vakfiyesi, nşr. Kemal Edip Kürkçüoğlu, Ankara1962, s. 34.

    17. Otto spies, Doğu Kültürünün Avrupa Üzerindeki Tesirleri, Trc, NeşetErsoy, Ate Dergisi, İlave Yayınları No: 8, Ankara, 1974, s. 6

    18. Daha geniş bilgi için bak. Gabrieli, age. IV, s. 425-451.