Köprü Anasayfa

Laiklik ve Sekülerizm

"Yaz 95" 51. Sayı

  • Ayetü'l-Kübra

    Bediüzzaman Said Nursi

    Altıncısı: Kur’ân’ın altı cihetinuranîdir, sıdk ve hakkaniyetini gösterir,

    Evet,altında hüccet ve bürhan direkleri, üstünde sikke-i i’caz lem’aları, önünde vehedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri, arkasındanokta-i istinadı vahy-i semâvî hakikatleri, sağındahadsiz ukul-ü müstakîmenindelillerle tasdikleri, solunda selim kalblerin vetemiz vicdanların ciddî itminanları ve samimî incizaplarıve teslimleri, Kur’ân’ın fevkalâde hârika, metin vehücum edilmez bir kal’a-i semaviye-i arziye olduğunu ispat ettikleri gibi altı makamdan dahi,onun ayn-ı hak ve sadık olduğuna ve beşerin kelâmıolmadığına, hem yanlış olmadığına imza eden, başta, bu kâinatta daima güzelliğiizhar, iyiliği ve doğruluğu himaye ve sahtekârları ve müfterileri imha ve izaleetmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın Mutasarrıfı, o Kur’ân’a, âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimâne birmakam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakiyet vermesiyle onu tasdik ve imzaettiği gibi; İslâmiyetin menbaıve Kur’ân’ın tercümanı olan zâtın (aleyhissalâtü vesselâm) herkesten ziyade ona itikad ve ihtiramı ve nüzûlü zamanında uyku gibi birvaziyet-i nâimanede bulunması ve sâir kelâmları onayetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyleberaber gitmiş ve gelecek hakikî hâdisât-ı kevniyeyi gaybiyâne, Kur’ân ile tereddütsüz ve itminan ile beyan etmesi ve çokdikkatli gözlerin nazarı altında, hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyetigörülmeyen o tercümanın bütün kuvvetiyle, Kur’ân’ın herbir hükmüne iman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey onusarsmaması; Kur’ân semâvî, hakkaniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîminin mübarek kelâmıolduğunu imza ediyor.

    Hemnev-i insanın humsu, belki kısm-ı âzamı, göz önündeki o Kur’ân’a müncezibâne ve dindarâneirtibatı ve hakikatperestâne ve müştakanekulak vermesi ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cin ve melek ve ruhanîlerin dahitilâveti vaktinde pervane gibi hakperestâne etrafındatoplanması, Kur’ân’ın kâinatça makbuliyetineve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.

    Hem,nev-i beşerin umum tabakaları, en gabî ve âmiden tut, tâ en zeki ve âlime kadar her birisi Kur’ân’ın dersinden tam hisse almaları ve en derinhakikatleri fehmetmeleri ve yüzlerle fen ve ulûm-u İslâmiyenin ve bilhassa Şeriat-ü Kübrânınbüyük müçtehidleri ve usulüddinve ilm-i kelâmın dâhi muhakkikleri gibi her taife,kendi ilimlerine ait bütün hâcâtını ve cevaplarını Kur’ân’dan istihraç etmeleri, Kur’ân menba-ı hak ve maden-i hakikat olduğuna bir imzadır.

    Hemedebiyatça en ileri bulunan Arap edipleri (İslâmiyetegirmeyenler) şimdiye kadar muarazaya pek çok muhtaçoldukları halde, Kur’ân’ın i’câzındanyedi büyük veçhi varken, yalnız birtek veçhi olan belâgatinin, tek bir sûrenin mislini getirmektenistinkâfları; ve şimdiye kadar gelen ve muaraza ileşöhret kazanmak isteyen meşhur belîğlerin ve dâhi âlimlerin, onun hiçbir veçh-i i’câzına karşıçıkamamaları ve âcizâne sükût etmeleri, Kur’ân mucizeve tâkat-i beşerin fevkinde olduğuna bir imzadır.

    Evet,bir kelâm, "Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?" denilmesiylekıymeti ve ulviyeti ve belâgati tezahür etmesinoktasından, Kur’ân’ın misli olamaz ve onayetişilemez. Çünkü, Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâlıkının hitabı ve konuşması; ve hiçbir cihette taklidi vetasannuu ihsas edecek bir emare bulunmayan bir mukâlemesi;ve bütün insanların, belki bütün mahlûkatın namına meb’usve nev-i beşerin en meşhur ve namdarmuhatabı bulunan ve o muhatabın kuvvet ve vüs’at-iimanı koca İslâmiyeti tereşşuhedip sahibini Kab-ı Kavseynmakamına çıkararak muhatab-ı Samedâniyeyemazhariyetle nüzul eden; ve saadet-i dâreyne dair vehilkat-i kâinatın neticelerine ve ondaki Rabbânî maksatlara ait mesâili ve omuhatabın bütün hakaik-i İslâmiyeyitaşıyan en yüksek ve en geniş olan imanını beyan ve izah eden; ve koca kâinatınbir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip, çevirip, onlarıyapan San’atkârı tavrıyla ifade ve talim eden Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyanın elbettemislini getirmek mümkün değildir ve derece-i i’câzınayetişilmez.

    Hem,Kur’ân’ı tefsir eden ve bir kısmı otuz-kırk, hattâyetmiş cilt olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı müdakkikbinlerle mütefennin ulemanın senetleri ve delilleriyle beyan ettikleri Kur’ân’daki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetlerive sırları ve âli mânaları ve umûr-u gaybiyenin her nev’inden kesretli, gaybîihbarları izhar ve ispat etmeleri; ve bilhassa Risale-i Nur’un yüz otuzkitabının herbiri, Kur’ân’ınbir meziyetini, bir nüktesini kat’î bürhanlarla ispat etmesi; ve bilhassa Mu’cizat-ıKur’aniye Risalesi şimendifer ve tayyare gibimedeniyetin harikalarından çok şeyleri Kur’ân’danistihraç eden Yirminci Sözün İkinci Makamı; ve Risale-i Nur’a ve elektriğeişaret eden âyetlerin işârâtını bildiren İşarât-ı Kur’âniye namındakiBirinci Şuâ; ve huruf-u Kur’âniyene kadar muntazam, esrarlı ve mânâlı olduğunu gösteren Rumuzât-ıSemaniye nâmındaki sekiz küçük risaleler; ve Sûre-iFethin âhirki âyeti beş vecihle ihbar-ı gaybî cihetinde mucizeliğini ispat eden küçük bir risalegibi Risale-i Nur’un herbir cüz’ü, Kur’ân’ın bir hakikatini, bir nurunu izhar etmesi, Kur’ân’ın misli olmadığına ve mu’cizeve harika olduğuna ve bu âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı ve Allâmü’l-Guyûbun kelâmı bulunduğuna bir imzadır.

    İşte,altı noktada ve altı cihette ve altı makamda işaret edilen Kur’ân’ınmezkûr meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki, haşmetli hakimiyet-i nuraniyesi ve azametli saltanat-ı kudsiyesi,asırların yüzlerini ışıklandırarak, zemin yüzünü dahi bin üç yüz sene tenvirederek kemâl-i ihtiramla devam etmesi; hem o hâsiyetleri içindir ki, Kur’ân’ın herbir harfi, hiçolmazsa on sevabı ve on hasenesi olması ve on meyve-ibâki vermesi; hattâ bir kısım âyâtın ve sûrelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyade meyve vermesi; vemübarek vakitlerde her harfin nuru ve sevabı ve kıymeti ondan yüzlere çıkmasıgibi kudsî imtiyazları kazanmış diye dünya seyyahıanladı ve kalbine dedi:

    İşteböyle her cihetle mu’cizatlı bu Kur’ân,sûrelerinin icmâıyla ve âyâtınınittifakıyla ve esrar ve envârının tevâfukuyla ve semerat ve âsârının tetabukuyla, birtek Vâcibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfât veesmâsına, delillerle ispat suretinde öyle şehadetetmiş ki, bütün ehl-i imanın hadsiz şehadetleri, onun şehadetinden tereşşuh etmişler.

    İşte,bu yolcunun, Kur’ân’dan aldığı ders-i tevhid ve imana kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın OnYedinci Mertebesinde böyle,

    1

    denilmiştir.

    Sonra,bir fakir insana değil fâni ve muvakkat bir tarlayı, bir haneyi, belki kocakâinatı ve dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi kazandıran ve bir fâni adama ebedî birhayatın levazımatını bulduran ve ecelin darağacınıbekleyen bir bîçareyi idam-ı ebedîden kurtaran ve saadet-i sermediyeninhazinesini açan en kıymettar sermaye-i insaniyeniniman olduğunu bilen mezkûr misafir ve hayat yolcusu, kendi nefsine dedi ki:"Haydi, ileri! İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmakiçin kâinatın hey’et-i mecmuasına müracaat edip, o dane diyor, dinlemeliyiz; erkânından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil vetenvir etmeliyiz" diye, Kur’ân’dan aldığı genişve ihatalı bir dürbünle baktı, gördü:

    Bukâinat, o kadar mânidar ve muntazamdır ki, mücessem bir kitab-ıSübhânî ve cismânî bir Kur’ân-ıRabbânî ve müzeyyen bir Saray-ı Samedânî ve muntazambir şehr-i Rahmânî suretinde görünüyor. O kitabınbütün sûreleri, âyetleri ve kelimatları, hattâharfleri ve babları ve fasılları ve sayfaları vesatırları, umumunun her vakit mânidarâne mahv ve ispatları ve hakîmâne tağyir ve tahvilleri, icma ile, bir Alîm-i Külli Şeyin ve bir Kadîr-i Külli Şeyinve bir Musannıfın, herşeyde herşeyi gören ve herşeyin herşeyi ile münasebetini bilen, riayet eden bir Nakkaş-ı Zülcelâlin ve bir Kâtib-i Zülkemâlin vücudunu ve mevcudiyetini bilbedâheifade ettikleri gibi, bütün erkân ve envâıyla ve eczave cüz’iyatıyla ve sekeneleri ve müştemilâtiyleve varidat ve masarıfatıyla ve onlarda maslahatkârâne tebdilleriyle ve hikmetperverânetecditleriyle, bil’ittifak, hadsiz bir kudret venihayetsiz bir hikmetle iş gören âli bir Ustanın ve misilsiz bir Sâniin mevcudiyetini ve vahdetini bildiriyorlar. Vekâinatın azametine münasip iki büyük ve geniş hakikatın şehadetleri, kâinatın bu büyük şehadetiniispat ediyorlar.

    Birinci Hakikat: Usulüddin ve ilm-i kelâmın dâhi ulemasının ve hükema-iİslâmiyenin gördükleri ve hadsiz bürhanlarlaispat ettikleri "hudûs" ve"imkân" hakikatleridir. Onlar demişler ki:

    "Mademâlemde ve herşeyde tagayyür ve tebeddül var; elbettefânidir, hâdistir, kadîm olamaz. madem hâdistir, elbette onu ihdas eden bir Sâni var. Ve madem herşeyinzâtında vücudî ve ademî bir sebep bulunmazsamüsâvidir; elbette vâcip ve ezelî olamaz. Ve madem muhal ve bâtıl olan devir veteselsül ile birbirini icad etmek mümkün olmadığı kat’î bürhanlarla ispat edilmiş;elbette öyle bir Vâcibü’l-Vücudun mevcudiyetilâzımdır ki, nazîri mümteni,misli muhal ve bütün mâadâsı mümkün ve mâsivâsımahlûku olacak."

    Evethudûs hakikati kâinatı istilâ etmiş. Çoğunu gözgörüyor, diğer kısmını akıl görüyor. Çünkü, gözümüzün önünde her sene güzmevsiminde öyle bir âlem vefat eder ki, herbirisininhadsiz efradı bulunan ve herbiri zîhayatbir kâinat hükmünde olan yüz bin nevi nebatat ve küçücük hayvanat, o âlemleberaber vefat ederler. Fakat o kadar intizamla bir vefattır ki, haşir veneşirlerine medar olan ve rahmet ve hikmetin mucizeleri, kudret ve ilminharikaları bulunan çekirdekleri ve tohumları ve yumurtacıkları bahardayerlerinde bırakıp, defter-i a’mâllerini vegördükleri vazifelerin programlarını onların ellerine vererek Hafîz-ı Zülcelâlin himayesialtında, hikmetine emanet eder, sonra vefat ederler. Ve bahar mevsiminde, Haşr-i âzamın yüz bin misali ve nümuneve delilleri hükmünde olarak, o vefat eden ağaçlar ve kökler ve bir kısımhayvancıklar, aynen ihya ve diriliyorlar. Ve bir kısmının dahi, kendiyerlerinde emsalleri ve aynen onlara benzeyenleri icadve ihya olunuyor. Ve geçen baharın mevcudatı, işledikleri amellerin vevazifelerin sayfalarını ilânat gibi neşredip 2âyetinin bir misalini gösteriyorlar.

    Hemheyet-i mecmua cihetinde, her güzde ve her baharda büyük bir âlem vefat eder vetaze bir âlem vücuda gelir. Ve o vefat ve hudûs okadar muntazam cereyan ediyor ve o vefat ve hudûsta,gayet intizam ve mizanla o kadar nevilerin vefiyatları ve hudûslarıoluyor ki, güya dünya öyle bir misafirhanedir ki, zîhayatkâinatlar ona misafir olurlar ve seyyah âlemler ve seyyar dünyalar onagelirler, vazifelerini görürler, giderler.

    İşte,bu dünyada böyle hayattar dünyaları ve vazifedar kâinatları kemâl-i ilim ve hikmet ve mîzanla vemuvazene ve intizam ve nizamla ihdas ve icap edip Rabbânî maksatlarda ve İlâhîgayelerde ve Rahmânî hizmetlerde kadîrâne istimal ve rahîmâne istihdam eden bir Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücudu ve hadsiz kudreti ve nihayetsizhikmeti, bilbedahe güneş gibi, akıllara görünüyor. Hudûs mesâilini Risale-i Nur’a ve muhakkikîn-i kelâmiyenin kitaplarına havale ile o bahsi kapıyoruz.

    Ammaimkân ciheti ise, o da kâinatı istilâ ve ihâta etmiş. Çünkü görüyoruz ki, herşey, küllî ve cüz’î bulunsun,büyük ve küçük olsun, Arştan ferşe, zerrattan seyyarata kadar hermevcut, mahsus bir zat ve muayyen bir suret ve mümtaz bir şahsiyet ve has sıfatlarve hikmetli keyfiyetler ve maslahatlı cihazlarla dünyaya gönderiliyor. Halbuki,o mahsus zâta ve o mahiyete, hadsiz imkânat içinde ohususiyeti vermek; hem, sûretler adedince imkânlar ve ihtimaller içinde onakışlı ve fârikalı ve münasip o muayyen sureti giydirmek; hem, hemcinsindenolan eşhasın miktarınca imkânlar içinde çalkanan o mevcuda, o lâyık şahsiyetiimtiyazla tahsis etmek; hem, sıfatların nevileri ve mertebeleri sayısıncaimkânlar ve ihtimaller içinde şekilsiz ve mütereddit bulunan o masnua o has ve muvafık maslahatlı sıfatları yerleştirmek;hem hadsiz yollar ve tarzlarda bulunması mümkün olması noktasında hadsiz imkânat ve ihtimalât içindemütehayyir, sergerdan, hedefsiz o mahlûka, o hikmetlikeyfiyetleri ve inayetli cihazları takmak ve teçhiz etmek, elbette küllî ve cüz’î bütün mümkinat adedince veher mümkünün mezkûr mahiyet ve hüviyet, heyet ve suret, sıfat ve vaziyetinin imkânâtı adedince, tahsis edici, tercih edici, tayin edici,ihdas edici bir Vâcibü’l-Vücudun vücub-uvücuduna ve hadsiz kudretine ve nihayetsiz hikmetine ve hiçbir şey ve hiçbir şe’n Ondan gizlenmediğine ve hiçbir şey

    Onaağır gelmediğine ve en büyük birşey en küçük birşey gibi Ona kolay geldiğine ve bir baharı bir ağaçkadar ve bir ağacı bir çekirdek kadar suhuletle icadedebildiğine işaretler ve delâletler ve şehadetler,imkân hakikatinden çıkıp kâinatın bu büyük şehadetininbir kanadını teşkil ederler.

    Kâinatınşehadetini, her iki kanadı ve iki hakikatıyleRisale-i Nur eczaları ve bilhassa Yirmi İkinci ve Otuz İkinci Sözler veYirminci ve Otuz Üçüncü Mektuplar tamamiyle ispat veizah ettiklerinden, onlara havale ederek bu pek uzun kıssayı kısa kestik.

    Kâinatın heyet-i mecmuasındangelen büyük ve küllî şehadetin ikinci kanadını ispateden:

    İkinci Hakikat: Bu mütemadiyençalkanan inkılâplar ve tahavülâtlar içinde vücudunuve hizmetini ve zîhayat ise hayatını muhafazaya vevazifesini yerine getirmeye çalışan mahlûkatta, kuvvetlerinin bütün bütün haricinde teavün hakikatigörünüyor. Meselâ, unsurları zîhayatın imdadına, hususan bulutları, nebatatın mededineve nebatatı dahi hayvanatın yardımına ve hayvanat ise insanların muavenetine vememelerin kevser gibi sütleri, yavrularınbeslenmelerine ve zîhayatların iktidarlarıharicindeki pek çok hâcetleri ve erzakları, umulmadık yerlerden onlarınellerine verilmesi, hattâ zerrât-ı taamiye dahi hüceyrat-ı bedeniyenin tamirine koşmaları gibi, teshir-i Rabbânî ileve istihdam-ı Rahmânî ile, hakikat-i teavünün pek çokmisalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir Rabbü’l-âlemînin umumî ve rahîmâne rububiyetini gösteriyorlar.

    Evet;câmid ve şuursuz ve şefkatsiz olan ve birbirine şefkatkârâne, şuurdarâne vaziyetgösteren muavenetçiler, elbette gayet Rahîm ve Hakîm bir Rabb-iZülcelâlin kuvvetiyle, rahmetiyle, emriyle yardımakoşturuluyorlar.

    İşte,kâinatta câri olan teavün-ü umumî, seyyarattan tâ zîhayatın âzâ ve cihazat ve zerrât-ı bedeniyesine kadar kemâl-i intizamla cereyan edenmuvazene-i âmme ve muhafaza-i şâmile; ve semavatınyaldızlı yüzünden ve zeminin ziynetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerinekadar kalem gezdiren tezyin; ve kehkeşandan vemanzume-i şemsiyeden tâ mısır ve nar gibi meyvelere kadar hükmeden tanzim; vegüneş ve kamerden ve unsurlardan ve bulutlardan tâ bal arılarına kadarmemuriyet veren tavzif gibi pek büyük hakikatlerin, büyüklükleri nisbetindeki şehadetleri,kâinatın şehadetinin ikinci kanadını ispat ve teşkilederler. Madem Risale-i Nur bu büyük şehadeti ispatve izah etmiş; biz burada bu kısacık işaretle iktifa ederiz.

    İşte,dünya seyyahının kâinattan aldığı ders-i imanîye kısabir işaret olarak, Birinci Makamın On Sekizinci Mertebesinde böyle

    3

    denilmiştir.

    Sonra,dünyaya gelen ve dünyanın Yaratanını arayan ve on sekiz adet mertebelerdençıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mirac-ı imanî ile gaibane marifetten hâzırâne ve muhatabâne bir makamaterakki eden meraklı ve müştak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki:

    "Fatiha-işerifede, başından tâ "İyyake"kelimesine kadar gâibane medhü senâ ile bir huzur gelip "İyyake"hitabına çıkılması gibi, biz dahi doğrudan doğruya gaibanearamayı bırakıp, aradığımızı aradığımızdan sormalıyız. Herşeyigösteren güneşi, güneşten sormak gerektir. Evet, herşeyigösteren, kendini herşeyden ziyade gösterir. Öyleyse,şemsin şuââtı ile onu görmek ve tanımak gibi, Hâlıkımızın Esmâ-i Hüsnâsıyla vesıfât-ı kudsiyesiyle, Onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz.

    Bumaksadın hadsiz yollarından iki yolu ve o iki yolun hadsiz mertebelerinden ikimertebeyi ve o iki mertebenin pek çok hakikatlerinden ve pek çok uzuntafsilâtından yalnız iki hakikati icmal ve ihtisar ile bu risalede beyanedeceğiz.

    Birinci Hakikat: Bilmüşahede gözümüzlegörünen ve muhit ve daimî ve muntazam ve dehşetli ve semavî ve arzî olan bütün mevcudatı çeviren ve tebdil ve tecdit edenve kâinatı kaplayan faaliyet-i müstevliye hakikati görünmesi; ve o her cihetlehikmet-medar faaliyet hakikatının içinde tezahür-ü rubûbiyet hakikatinin bilbedahehissedilmesi; ve o her cihetle rahmetfeşan tezahür-ü rububiyet hakikatının içinde,tebarüz-ü ulûhiyet hakikatı bizzarure bilinmiş olmasıdır.

    İştebu hâkimâne ve hakîmâne faaliyet-i daimeden veperdesinin arkasında bir Fâil-i Kadîr ve Alîmin ef’âli,görünür gibi hissedilir.

    Vebu mürebbiyâne ve müdebbirâne ef’âl-i Rabbâniyeden veperdesinin arkasından, herşeyde cilveleri bulunanesmâ-i İlâhiye, hissedilir derecesinde bedahetle bilinir.

    Vebu celâldarâne ve cemâlperverânecilvelenen Esmâ-i Hüsnâdan ve perdesinin arkasında,sıfât-ı seb’a-i kudsiyenin ilmelyakîn, belki aynelyakîn,belki hakkalyakîn derecesinde vücutları vetahakkukları anlaşılır.

    Vebu yedi kudsî sıfatın dahi, bütün masnuatın şehadetiyle, hem hayattarâne,hem kadîrâne, hem alîmâne,hem semîâne, hem basîrâne,hem müridâne, hem mütekellimânenihayetsiz bir surette tecellileriyle bilbedahe ve bizzarure ve biilmelyakîn bir mevsuf-u Vâcibü’l-Vücudun ve birmüsemmâ-i Vâhid-i Ehadin vebir fâil-i Ferd-i Samedinmevcudiyeti, güneşten daha zâhir, daha parlak bir tarzda, kalbdekiiman gözüne görünür gibi kat’î bilinir. Çünkü, güzelve mânidar bir kitap ve muntazam bir hane, bedahetle, yazmak ve yapmak fiillerini;ve güzel yazmak ve intizamlı yapmak fiilleri dahi, bedahetle, yazıcı ve dülgernamlarını; yazıcı ve dülger ünvanları ise, bedahetle,kitabet ve dülgerlik san’atlarını ve sıfatlarını; vebu san’at ve sıfatlar, bedahetle, herhalde bir zâtıistilzam eder ki, mevsuf ve sânive müsemmâ ve fâil olsun. Fâilsiz bir fiil ve müsemmâsız bir isim mümkünolmadığı gibi, mevsufsuz bir sıfat, san’atkârsız bir san’at dahimümkün değildir.

    İştebu hakikat ve kaideye binaen, bu kâinat, bütün mevcudâtıyla beraber, kaderinkalemiyle yazılmış, kudretin çekiciyle yapılmış mânidar hadsiz kitaplar,mektuplar, nihayetsiz binalar ve saraylar hükmünde, herbiri binler vecihle veberaber hadsiz vücûh ile Rabbânî ve Rahmânî nihayetsiz fiilleri ve o fiillerinmenşeleri olan bin bir esmâ-i İlâhiyenin hadsizcilveleriyle ve o güzel isimlerin menbaı olan yedisıfât-ı Sübhâniyenin nihayetsiz tecellîleriyle, oyedi muhit ve kudsî sıfatların madeni ve mevsufu olan ezelî ve ebedî bir Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücuduna ve vahdetine hadsiz işaretler venihayetsiz şehadetler ettikleri gibi; bütün omevcudatta bulunan bütün hüsünler, cemaller, kıymetler, kemaller dahi, ef’âl-i Rabbâniyenin ve esmâ-i İlâhiyenin ve sıfât-ı Samedâniyeninve şuûnât-ı Sübhâniyenin,kendilerine lâyık ve muvafık kudsî cemallerine vekemallerine ve hepsi birden Zât-ı Akdesin kudsî cemâline ve kemâline bedahetle şehadetederler.

    İşte,faaliyet hakikati içinde tezahür eden rububiyet hakikatı, ilim ve hikmetle halk ve icadve sun’ ve ibdâ, nizam ve mizan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir, kastve irade ile tahvil ve tebdil ve tenzil ve tekmil, şefkat ve rahmetle it’âm ve in’âm ve ikram ve ihsangibi şuûnâtıyla ve tasarrufatıylakendini gösterir ve tanıttırır. Ve tezahür-ü rububiyet hakikatı içinde bedahetle hissedilen ve bulunan ulûhiyetin tebarüz hakikatı dahi,Esmâ-i Hüsnânın rahîmâne vekerîmâne cilveleriyle ve yedi sıfât-ı sübûtiye olan "hayat, ilim, kudret, irade, sem’, basarve kelâm" sıfatlarının celâlli ve cemalli tecellileriyle kendinitanıttırır, bildirir.

    Evet,nasıl ki kelâm sıfatı, vahiyler ve ilhamlarla Zât-ı Akdesitanıttırır. Öyle de, kudret sıfatı dahi, mücessem kelimeleri hükmünde olan san’atlı eserleriyle o Zât-ı Akdesibildirir ve kâinatı baştan başa bir furkan-ı cismânîmahiyetinde gösterip bir Kadîr-i Zülcelâli tavsif vetarif eder.

    Veilim sıfatı dahi hikmetli, intizamlı, mizanlı olan bütün masnuatmiktarınca ve ilimle idare ve tedbir ve tezyin ve temyiz edilen bütün mahlûkatadedince, mevsufları olan birtekZât-ı Akdesi bildirir.

    Vehayat sıfatı ise, kudreti bildiren bütün eserler ve ilmin vücudunu bildirenbütün intizamlı ve hikmetli ve mizanlı ziynetli suretler, haller ve sairsıfatları bildiren bütün deliller, sıfat-ı hayatın delilleriyle beraber, hayatsıfatının tahakkukuna delâlet ettikleri gibi; hayat dahi, bütün o delilleriyle,aynaları olan bütün zîhayatları şahit göstererekZât-ı Hayy-ı Kayyûmubildirir. Ve kâinatı, serbeser her vakit taze taze ve ayrı ayrı cilveleri venakışları göstermek için, daima değişen ve tazelenen ve hadsiz aynalardanterekküp eden bir âyine-i ekber suretine çevirir. Vebu kıyasla, görmek ve işitmek, ihtiyar etmek ve konuşmak sıfatları dahi, herbiri birer kâinat kadar, Zât-ı Akdesibildirir, tanıttırır.

    Hemo sıfatlar Zât-ı Zülcelâlin vücuduna delâletettikleri gibi, hayatın vücuduna ve tahakkukuna ve o Zâtın hayattarve diri olduğuna dahi bedahetle delâlet ederler. Çünkü, bilmek, hayatınalâmeti; işitmek, dirilik emâresi; görmek, dirilere mahsus; irade, hayat ileolabilir; ihtiyarî iktidar, zîhayatlarda bulunur; tekellümise, bilen dirilerin işidir.

    İşte,bu noktalardan anlaşılır ki, hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delillerive kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanları vardır ki, bütün sıfatların esası ve menbaı ve İsm-i âzamın masdarı ve medarı olmuştur. Risale-i Nur bu birinci hakikatı kuvvetli bürhanlarlaispat ve bir derece izah ettiğinden, bu denizden, bu mezkûr katreile şimdilik iktifa ediyoruz.

    Dipnotlar

    1. Allah’tanbaşka ilâh yoktur. O Vâcibü’l-Vücudve Vâhid-i Ehad ki, melekve ins ve cin ecnâsınınmakbulü ve mergubu olan, her dakikada bütün âyetleri nev-i insandan yüz milyonların lisanında kemâl-i ihtiramlaokunan, saltanat-ı kudsiyesi arzın ve âlemlerinaktarında ve zamanın ve asırların yüzlerinde devam eden, nuranî hâkimiyet-i mâneviyesi arzın yarısında ve beşerin beşte birinde on dörtasırdır kemâl-i ihtişamla cârî olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, Onun vahdet içindeki vücub-uvücuduna delâlet eder. Kezâ, Kur’ân, müşahede ve ayânile, kudsî ve semâvî sûrelerinin icmâıve nurânî ve İlâhî âyetlerinin ittifakı ve esrar ve envârınıntevafuku ve hakaik ve semerâtve âsârının tetabukuyla Onun vahdet içindeki vücub-uvücuduna şehadet ve onu ispat eder.

    2. Ameldefterleri açıldığında," Tekvir Sûresi, 81:10.

    3. Allah’tanbaşka ilâh yoktur. Nazîri mümtenive Ondan başka herşey mümkinve Vâhid-i Ehad olan o Vâcibü’l-Vücud ki, mücessem bir kitab-i kebîr, muazzam bir kur’ân-icismânî, munazzam ve müzeyyen bir kasrve muntazam ve muhteşem bir memleket olan bu kâinat, sûrelerinin ve âyetlerininve kelimelerinin ve harflerinin ve bablarının vefasıllarının ve sayfalarının ve satırlarının icmâıylave erkânının ve envâının ve eczasının ve cüz’iyatının ve sekene ve müştemilâtının ve varidat vemasarifinin ittifakıyla, bütün ulema-i ilm-i kelâmın icmâına müstenit hudus vetagayyür ve imkân hakikatinin azamet-i ihatasının şehadetiyleve suret ve müştemilâtının hikmet ve intizamla tebdili ve hurufve kelimatının nizam ve mizanla tecdidi hakikatinin şehadetiyle ve mevcudatında müşahede ve ayân ile görünen teâvün ve tecavüb ve tesanüd ve tedahül ve muvazene ve muhafaza hakikatlerininazamet-i ihatasının şehadetiyle, Onun vahdet içindekivücub-u vücuduna delâlet eder.