Köprü Anasayfa

Laiklik ve Sekülerizm

"Yaz 95" 51. Sayı

  • Külliyatı Anlamaya Dâir

    M. Nuri EMİNLER

    Araştırmacı - Yazar

    Yol açma, yöngösterme, hedef tayin etme ve "tecdid"hareketi muvacehesinde "te’lif" edilmiş,daha doğrusu "ettirilmiş" eserleri, "gazete gibi" okumadan,tam bir "külliyat" bütünlüğü içerisinde kalarak-muhafaza etme manasında"tefhim" edebilmek, önceki asır ve devirlerden ziyade bizim, bugünMüslüman’ın daha açık, daha sarsıcı ve sarıcı, daha yorucu bir meselesi hâlinegelmiştir-yahut gelmektedir.

    Böyle bir"mesele"nin farkına varış, fertleri-veya kişilikleri umum "ümmet"inhukukunu,-"hukuk-u ibadı"-üstlenmeleri gibibir mesuliyete de sahip, yani "kul hakkını" sırtlamak gibi bir"teklif" sırrına da mazhar eder. Açıkçası,bu "vazife" bir nevi "şeair"sırasına girer ki, şeairin "ferdî feraizden" çok daha üstün olduğu çoklarınhatırındadır.

    Halbuki "enâzâm mesele olan iman"ı kurtarma vazifesi hem vicdanî, hem"hikmet"e göre her vakit ön plândadır. (Emirdağ Lahikası, c.l, s.232) Aklın ve "nakl"in gereği de bunuiktiza eder. "Bu zamanda en büyük bir vazife, imanı kurtarma ve muhafazaetme vazifesidir." (Kastamonu Lahikası) ifâdesiyle sırt sırta vermiş pekçok beyân hâdiseye parmak basmakla birlikte, "takva ve âmel-i sâlih" yönünün gözardıedilmediği de aşikâr bir halde görülmektedir. Bu esasların bir tekini bilegirişilecek bir anlama hareketi, akamete uğramaya mahkûmdur.

    Risâle-i NurKülliyatı’nda ve Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin sözlerinde "tekkanatlılık" gibi bir problemi görmememize rağmen, cemiyetimizde ve birkısım "ehl-i diyanet"in, realite ileuzaktan yakından ilgisi bulunmayan zihnî kuruntularında yaygınlaşmış kanaatinkaynağını anlamada zorlanmamız normal görülmelidir. Yaptığı hizmetin"fonksiyon"undan ötürü, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin,"Seni, elli talebem kadar hizmet etmiş bir talebe sayıyorum" dediğiZât’ın; bilhassa bu mâlum zâtın ve çevresinin, Üstadı, dolayısıyla da Risâle-iNur Külliyatı’nı "tek kanatlılık" ile tenkit edenlerin başınıçekmeleri çoklarını bilemeyiz ama, şahsımızı çok düşündürüyor.

    Bu tür aykırılık,tenakuz, hatta "ihlassızlık" kokan tavrıntemel sâiki elbette bir tane ve yegâne olamaz, amaiçlerinde en büyüğünün "meselenin künhüne vakıf" ve vakıf olunan"hakikate" da "teslim olamama" gibi bir eksiklikten geldiğipekâlâ söylenebilir: "Hem ihlas ve hakperestlikise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun, istifadelerïne taraftarolmaktır. Yoksa `Benden ders alıp sevap kazandırsınlar’ düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir." (İhlasRisalesi, s. 26) Öylesi zevat da, yukarıda verilen misale münasip birpozisyonda (Allah rahmet eylesin) bulunduklarına göre, o sır ile uzak veyayakınlıklarını hesaplamak zor olmasa gerek.

    "Çokemarelerle anlamışız ki, bu ulûm-u îmaniyedeki fetvavazifesiyle tavzif edilmişiz." (Mektûbât, s.299) ve "… risaleler kendi malım değil. Kur’ân’ın nıalı olarak Kur’ân’ın reşehat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet, lezzetliüzüm salkımlarının hâsiyetleri kuru çubuğunda aranılmaz." (Tarihçe-iHayat, s. 175) gibi "mecburiyet tahtında fâş edilmiş" beyanlardananlıyoruz ki, Risale-i Nur Külliyatı’nı indî görüş ve dünyevî-yahutakademik-bakışlar altında "tefhim" etmenin imkân ve ihtimâli yoktur."Ehl-i siyaset eserleri tam anlamaz."(Emirdağ Lahikası) şeklindeki ihtar da meselenin bu yönünü işaretler. Yalnız"ehl-i siyaset" tâbirini, politikacımânâsında anlamak, beyanı dar bir kalıba sığıştırmaya çalışma ameliyesine pekbenzer; "düşünce bakımından siyasetçi olan" şeklinde anlamak çok dahadoğru olacaktır. Mezkur "zevat"ın da birinci meselesi o olduğunagöre, "eserleri" anlamamaları garipsenecek bir hal değildir. "Enâzâm mesele" olan iman hizmetinin "tam" olarak yapılması için deKülliyatı anlamak şart değil midir? (Kastamonu Lahikası)

    Herhangi birmüellifin Külliyat’ını bile anlamak için, ilk önce onun hâdiselere ve insanhislerine hangi temel bakış açısıyla yaklaştığını kavrama zarureti tartışma gütürmez. "Bil mecburiye ilan ediyorum ki, ihtiyarımızve haberimiz olmadan birisi bizi İSTİHDAM ediyor; biz bilmeyerek bizi mühimişlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki, şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariçbir kısım inâyata ve teshilâta mazhar oluyoruz. Öyle ise o inayetleri bağırarak ilanetmeye mecburuz." (Tarihçe-i Hayat, s. l76) şeklindeki TEMEL BAKIŞ AÇISINAsahih olmadan Külliyat’ı anlamaya çalışma gayretinin adı "tefhim"değil, ancak "te’vil" olabilir. O da öylebir te’vil ki, "akılla naklin çatışma"sıanında (Muhakemat) yapılması şart olanı değil,"zaruret var zannı ile" hareket eden çağımız insanının, yaninefislerinin hâdiseyi "kendine yontması-ya da"kendini avukat gibi müdafaa etmesi"-görüntüsündeki, "nasların ve ahkâmın, esasların" çiğnenmesimânâsındaki…

    ***

    İSLÂM MÜNTESİBLERİ’nin hem ferdî, hem de içtimâî, cemaatimünasebetlerinde "su-i zan ve su-i niyet" gibi menfîliklerden azâdeolma mes’uliyetlerinin varlığı açıktır. Buna rağmen,daha önce zikredilen "tenkit sahiplerinde", kalın çizgilerleaçıklanmış "temel bakış açısına" İNANMAMA hâdisesinin varlığınıgörmemek elde değildir. Böyle gfi2lemıemizle birlikte, bu nevi"ucube" tenkitlerden habersiz bulunan, dolayısıyla onlarıncevaplarını arayarak Külliyatı anlama gibi "mesuliyet"ini yerinegetirmeyen, ancak kendini "talebe" bilen bir kısım insanımızın dahifarkında olmadan aynı "sâfiyane" anlayışısahiplenir görünmesi, meseleyi gündeme tasıma ihtiyacı doğrudan elenebilir. Hem"önceki", hem sonraki, Hem de "bugünkü" tefhim eksikliğini,böylesi bir saffete bağlamak gereği, içtimâî dünyamızın hassas yapısının,"yokuş"ların sonuna varır gibi olmasından, ırmakların ummanına kavuşmasına ramak kaldığını"anlamamızdan" kaynaklandığını söyleyebiliriz.

    Tefhim hâdisesine"tam tamına" yaklaşamamış olmamızın temel sahiplerinden biri de,Külliyat’ı bir bütün olarak ele almayıp, sadece hususî ve indî mülahazalarla,belli "bir kısım" beyanları, risale ve mektupları"referans" olarak verme mecburiyetini duymak olmalıdır. "Niyetve nazar" meselesinin "su-i istimâl"e uğraması, Risale-i NurKülliyatı gibi bir pırlanta yahut "elmas kıymetindeki hakikatini"tam" olarak anlaşılıp, bu vatan ahalisine kazandırılmasına setçekiyor, Bediüzzaman gibi bir "zaman-ı dehr"in bütün Müslümanlarca kabulünü önlüyor; bütüninsanlık da ondan mahrum edilmiş oluyor. Bunu kimin hakkı var ve bu vebalinaltından nasıl kalkacak.?

    İtirazcıfikirleri-şu an-duyuyor gibiyiz. Söylenildiği gibi bir "kabul etmemehâdisesi yok ki, böyle densin! İlk duyulduğunda haklı bir itirazmış gibi gelenfikrin üzerinde biraz durulduğunda, hâdisenin tam tamına o merkezde olduğunuinsan çabuk kavrıyor. "Zevahiri kurtarma" kabilinden söylenmişsözlerde ve konuşmalarda hiç kimse açıktan açığa Zamanın Müceddid’iyleters düştüğünü belli etmiyor, böyle yapması da kendi lehinde bir hâl olmadığıiçin beklenmemeli… Halbuki birini sevmek, dolayısıyla kabullenmek demektir vebir muhabbet sözünün boşluğuna hapsedilemez. "Sevildiği iddia edilen"zâtın izahlarını, mesleğini, gösterdiği hedefleri anlamaya, "tefhim"etmeye çalışılmaması, gerçekte O’nun sevilmediği mânâsını da orta yere çıkarır;mantıkî netice budur.

    "O bîçâreler,’Kalbimiz Üstad ile beraberdir’ fikriyle kendilerinitehlikesiz zannederler. halbuki ‘ehl-i ilhadın cereyanı’na kuvvet veren ve propagandalarınakapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan biradamın, ‘Kalbim sâfîdir, Üstadımın mesleğine sâdıktır’ demesi bu misâle benzerki; birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor; hades vuku buluyor. Ona, ‘Namazın bozuldu’ denildiği vakito diyor: ‘Neden namazım bozulsun, kalbim safîdir." (Mektûbât,s. 401 beyânıyla açıklığa kavuşturulan hadise, sadece dünün veya dar birdairenin değil, "umum ümmet"e şâmil olması gereken bir hâldir. "İcabatı" bunca geniş görülen bir hadiseye "eğribüğrü" ayna tutma yükünün altından kalkmak kim bilir hangi"babayiğidin" kârı olabilecektir!

    Sadede dönelim;indî ve hususî niyetler neticesi olarak, Külliyat’tan "referans"gösterme mecburiyeti ve zarureti-veya sıkıntısı-acaba "Eserlerin"bize şart koştuğu bir "usûl" müdür? Bizce hayır. Külliyat’ı"şöyle bir" tetkik edince bile hiç bir zaman böyle bir"ayıklayıcı"-yahut seçkinci-bir anlayışla karşılaşmıyoruz. Oradasadece hakikat ve "nass"ların "buasrın idrakine" sunulduğunu, "tebeddül-ü esma" ile göründüğüneşahit oluyoruz. "Tebeddül-ü esma ile hakikat tebeddül etmez"şeklindeki meşhur beyan çokların aklındadır. Bir diğer tespit de, Risale-i NurKülliyatı’nda yapılan "tefsir" ve izahlardan hemen sonra-bazen deönce Din-i Mübin-i İslâm’ın ve "şeairin" üz kaynakları olan Kur’ânve Hadis’e atıflarda bulunması, "Şer’i Şerif ‘in icabatınınhatırlatılması; Selef-i Salihîn’in (r.a.) mevzuu"açıcı" beyanlarına yer verilmesi, hatta Selef-i Salihîn’denve Evliyâ’dan bâzıları için (Mevlâna Celâleddin-iRûmi, Mevlâna Hâlid, Gavs-ıÂzâm, imam-ı Rabbânî gibi…) "Üstadlarımdan…"şeklinde bahis açılması, Külliyat’ı "tefhim" gayretinin hangimerkezden hareketle gerçekleşebileceğinin de ifadesidir.

    Unutmamak gerekirki, "Üstad-ı Küll,Rehber-i Ekmel, En büyük Üstad"tâbirleri de Kitap ve Sünnet’e müteveccihtir. Onları göz ardı eden bir"gaflet"le Külliyat’ı anladığını söylemek, kuru bir iddiadan öteyegidemez. Temel öğreticiler ve "nass"larlauyum sağlamayan "yorum"ların, hem "Eserler"in,hem de "umum kardeşlerin hukukuna bir taarruz" (İhlasRisalesi) hükmünde olduğu da bedihîdir.

    ***

    Mevzûnun asıl yönüherhalde şu olmalıdır; bilhassa "aydın"lık iddiasında bulunankimselerin, Külliyat’ı takdir etmekle birlikte, onu anlamaya çalışmama gibi birsamimiyetsiz hâl içinde "hapsolmaları"dır."Risale-i Nur’u anlamıyorlar, yahut anlamaya çalışmıyorlar"şeklindeki sayhalaşmış çığlık, meseleye ne güzel dikkat çeker. Aziz ve MuhteremMüellifin eserlerinin "dâvâ değil, dâvâ içinde bürhan"olduğunu, beyanla, en büyük kuvvetinin bundan geldiğini ifade etmesi,Külliyat’ı anlamak isteyenlerin, onun temel bakış açısını kavradıktan sonraharekete geçmelerinin mecburiyetini çok iyi anlatır.(Kastamonu Lahikası)

    Eskilerin "şerhimütun" adını verdikleri metin tahlili vekavrama, "anlama, tefhim" çalışması şu esası öngörmektedir. Bireser-hele te’lif ettirilmiş ise-inceleyip"tefhim" edilmeye çalışırken, zuhur bulduğu günün-veyayılların-zorlayıcı şartları "tam olarak" anlaşıldıktan sonra işegirişmek gerekir, o eserdeki ifadeleri anlayabilmek ancak o zaman kabil olur.Eğer o metin veya eser, devrin "hakikî" zaruretleri, O husustaki"teklif" sırrını, mes’uliyeti kaldırıcıhâlleri-ihbar ve beyânları bilinip kavramadan "değerlendirilmeye",referans alınmaya kalkışılırsa, böylesi bir gayretin neticesinin "müsbet" olacağı hayallenemezbile.

    "Değerlendirme"mefhumu ile "tefhim"in eş mânalı olmadığını da hemen belirtmekgerekir. Değerlendirme, sübjektif ve oportünist "yaklaşımlara" çokdaha açıktır, indî yorumlamaya dayalı gibidir. Söz konusu mefhum, meseleyi"kişinin kendi yaşadığı haller" ile, "maksat ve garaz" dadenilmiş olan "ana fikrin" birbiriyle "uzlaştırmayaçalışma" hevesinden başka bir şey olmadığı bellidir, yani gerçeği inciticibir te’vil.

    Bilhassa günümüzde,zihinlerde bulunan telâkkilerin tepe takla olduğunu söylemek, abartılı birgözlem sayılmamalıdır. "Adalet külahını zulüm başına geçirmiş"ifâdesindeki gibi, telakki ve anlayışlar da yer değiştirmiştir. (Lemaat) Halbuki, böyle bir yer değiştirmemin, anlayışlarınbaşkalaşmasının, menfiye dönmesinin kabul edilemeyeceği hususların başında,İlahi Vahy’ile tespit edilmiş "nass"ların gelmesinden söz etmek, düşünce hürriyetininde bir lâzımıdır. Aynı zamanda, bir topluluğu millet haline getiren değerlersisteminin, "modernleşme" yahut "yenileşme" gibi hududumuayyen olmayan sözlerle başkalaşmasına göz yummak, o milletin intiharıyla eşmânâya gelir. "Milliyetimiz bir vücuttur; aklı iman ve Kur’ân,ruhu İslâmiyettir." (Münâzarat)izahında, değişmesi düşünülemeyen "realite"nin tanımı da verilmiştir.Külliyat’ta "millet" kelimesin-den neyin anlaşılması gerektiğini debelirten ifadeler, temel bakış açısının anahtarını da sunmakta değil midir?Demek oluyor ki, bugünün, zihnimize sonradan "dayatılmış" telâkkileriile Risale’yi doğru anlamanın mümkün olamayacağını söylemek kötümserlik değil,yanlışlığı hatırlatıcı bir dost ikâzı olarak anlaşılmalıdır.

    "Dünyevîleşme"ihlassızlığına kapılmamış ve kapılanmamış düşünceleride anlayış "kuvve"miz içerisindeki denkleme dahil etmek, yolumuzdakiişaret taşlarından biridir. Ayrıca, dünya "yaşantı"sının zaruret ve"haklı mazeretleri"ni dikkate alarak, muhatap kitleleri ve dinleyicifertleri yerinde seçemeyiş de, Külliyat’ı "tefhim" edememekneticesini getirebilir. Çünkü Külliyat’ın "naşirliğini" üstlenmişinsanların, onu başkalarına duyurma isteği hissetmeleri hem kalbî ihtiyaçları,hem de "vazife"leridir. (Kastamonu Lahikası) Fakat, Külliyat’ı "neşr", "Şerh ve izah" vazifesiniyaparlarken, "anlatıcı" fonksiyonunu seçtiklerinden, muhatapaldıkları kimselerin zihinlerdeki "şüphe ve sualleri" ilk önce kendinefislerinde cevaplamaları gereği doğacağı bedihîdir. Bu gereği yerinegetirirlerse ne alâ, yok eğer tam tersi bir hâl görülürse, o "şüphe vesual"lerle zihnin lekelenmesi gibi bir "varta" ile karşı karşıyakalacaklardır. Daha önce "dosdoğru" anladığı ve "güzel göründüğü"güzelce ve iyice görmek mânâsındadiyoruz-hakikatleri, o andan sonra "kabulde ve tefhim etmede"zorlanacağını demek kehanet olmayacaktır. Demek ki, Külliyat’ı "gazeteBibi okumamak" mecburiyeti, aynı zamanda ferdî hayatımız için de bir"yükümlülük"tür.

    ***

    KÜLLİYATI"tam" anlamanın yollarından biri de onun neden ve niçin "telifettirildiğini" bilmekten, kabul etmekten geçiyor.Bir teknolojik cihazın "niçin ve hangi maksatla" icat edildiğininfarkında olmadan, ondan "tam mânâsıyla" istifade etmemiz çokmüşkülleşir. Külliyat’tan "tam istifade"nin de bu mantaliteile olabileceği kanaatindeyiz.

    Bediüzzaman Said Nursî’nin sadeceİkinci Said devrine değil, hayatının"bütününe" baktığımızda, her zaman "âsâyişi" muhafazayınetice veren (Emirdağ Lahikası, s. 449) hizmetlerle meşgul olduğunugörmekteyiz. Bu "müsbet" meşguliyetindinamiğini "kafa fenerimizle" aydınlatmaya çalıştığımızda, en iyi bir"zann"la varacağımız nokta, ya "maslahat" cihetinin ağır bastığıdır, ya da "Rahmet-i İlahî’den fazla merhamet, merhametdeğildir" beyanatının varlığına rağmen, aşırı "şefkat"indenbiriyle yaptığı neticesine varacağız.

    Halbuki Hazret,"… dahilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmek" ifadesiyle târifettiği bu tavrını, "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez"mealindeki âyet-i kerime’nin emri ile açıklamaktadır. (Emirdağ; Lahikası, s.455) Yoksa herhangi bir kurumu ayakta tutmak gibi bir yoz yorumu aklagetirebilecek en ufak bir beyanı bile yoktur. Böylesi, kendi arzusu ve"görüşü" istikametinde davranan hodgamnefsi, Külliyat’la aramıza aşılması zor perdeler çekmekten alıkoymak,Külliyat’ı anlamanın temel şartlarından biridir; belki de en büyüğüdür.